İlk Buluşma

BÖLÜM 3
Enine genişleyen bir masal tahtasıydı dünya ve sözcükler dilin besiniydi. Dilse insanların hüzünlü, savruk ve kırılgan resmiydi.
İlk buluşma… Aynı ruhlardaki ve ayn boyutlardaki.
“Bu taşın altında olduğuna emin misin?”
“Evet. Sanıyorum yanılabileceğim en son yer burasıdır.”
“İyi öyleyse. Kaldıralım onu ve yıllardır saklamış olduğun o elmas, yaşamlarımızın şekilleneceği görsel cennetimizi sunsun bize.”
Güçlerinin yettiğince taşın ağırlığını sızlayan kemiklerinde hisseden biri yaşlı, diğeri küçük bir çocuk olan bu iki insan, yazgılarının birleşip zaman denen şu şeytansı meleğin gezegeninde geçmişle geleceğin birbirinden ayrılabildiğini görebilecekler miydi?.
Varoluş sonrası ve ölüm öncesi iki farklı ömrün ufalan ve saydamlaşan yaşamsal süreci, bitime doğru akan saatlerin zehirli yelkovanları arasında kendi
Kimliğini bulmanın yanıtını yaşamın anlamının içinde arayan Çiçek Memeli Kadın’ın diplerdeki uykusundan sağılan düşün ağlayışıyla başlıyordu.
İç huzurunun sonsuz bir derinlikle duyulduğu yerdi sevgiyle ısırılmış meyvelerin oluşturduğu cennet bahçesi. Her oluşan yeni süreç eskisinin üzerine anlamını katacak ve onu dijha da olgunlaştıracaktı. Yaşlı Adam uzun yılların yıpratmış olduğu bedenindeki yorgunluktan sıyrılmış halde elinde tutuyordu elmas parçasını.
“Gözlerime inanamıyorum.” dedi çocuk.
“Bu harika bir şey. Nereden buldunuz bunu. Söyleyebilir misiniz bana?”
Yaşlı Adam hoş bir gülümseyişle karşılık verdi bu soruya.
“Öyle sanıyorum ki merakın seni kalbimin derinliklerinde yaşayan çocuğa götürecek ve onun ruhuna gireceksin. Şimdilik Tanrı’nın bizden istediği bu. Zamanı kendi aynasında tersyüz etmek. Evet. Şimdilik hepsi bu.”
Çocuk karşılık verdi.
“Söyledikleriniz kafamı karıştırdı. Benim sizinle ve kalbinizin derinliklerindeki çocukla ne gibi bir yakınlığım olabilir ki! Ben buradayım, yanınızdayım. Siz de karşımdasınız ve elinizde tuttuğunuz şey buraya yıllar önce bıraktığınız ama geçen uzunca Jbiryzamamn ardından bana vermekle görevli olduğunuzu söylediğiniz bir elmas parçası. Fakat sebebini anlayamayacağım kadar üç farklı rengi olan ve sanki insanın yazgısıyla bütünleşmiş bir yaşamı o muhteşem parlaklığında gizleyen bir elmas parçası. Benim de yorumlayabildiklerim bunlar.”
Yaşlı Adam’ın gözlerindeki ışıltı küçük çocuğun dünyasını ışıldattı. Sessizliğin büyüsünü elmas sırtlı bir çıngıraklı yılanın kumulun üzerinde raks edişi bozdu.
“İşte.” dedi Yaşlı Adam.” Evrenin insana bağışladığı anlamda, sessizliğin bozuluşuyla yitip giden gerçek bu. Zamanı kendi aynasında tersyüz ettiğimiz şeyin ta kendisi. Hep kendine dönen yaşam ve hep kendi gerçeğini arayan aşk tutkunu olan bir ressam. Dünyayı resmeden bir ressam. İnsanın ve doğanın ressamı. Gözlerinde yanan şey. Ateşin közünde parıldayan boyalarını dört mevsime akıtan düşsel fırça. Bakirliğin kutsal denklemi olan şey. İnsanın özünde uyuyan göz!”
Çocuk şaşkınlığının titreyen bedenine yayılışını hissettikçe geri dönülmez bir yolculuğun ilk adımını attığının bilincine varıyordu. Ve her duyduğu, dışındaki dünyayı kendisine doğru daha çok yaklaştırıyordu. Yaşlı Adam’ı daha iyi tanımaya başlamıştı.
Yürüdüler… Yürüdüler. Ta ki bitkin düşene kadar yürüdüler. Yaşlı Adam’ın bir Gözyaşı Ağacı’nın gölgesinde durup yere çöküşüne dek süren zaman dilimi içinde çocuk acıktığının ve yorulduğunun farkına vardı. Akşamın inişiyle birlikte kısık sesle bir şarkı söyler gibi dilinden dökülen sözcüklerle üç renkli elmasa ilk isteğini yakarıyordu Yaşlı Adam.
Yanılgılarını bağışlayın geçmişin Kötürüm yüzünün
Ey! Kudretli yaşamın
Öldüren pençesinde asılı duran
Cehennem Karnesi
Aç Kapısını mutluluğun güzel meleK…
AşKı sevgiliyle buluştur
Ve kavuştur şarkısını masallarına Açlığa yenik düşmüş âşıkların Hurt çıksın ve uçsun elmanın içinden Göklere doğru
Portakala dönüşsün sonra bedeni Öyle yedir onun meyvesini bize Hamımızı doyur ve onurlu kıl bizi Büyük bir huzur duyduğumuz için Toprağın verdiklerinden…”
Yürüyen zaman yıldızların çoğalışını da beraberinde getiriyordu. Gökkubbenin lacivert denizinde bir yanıp bir sönen sarı ve beyaz renkteki büyülü kumaş parçaları tarihsel görevleri olan çiçek örme sanatını büyük bir ustalıkla yapıyorlardı. Ressamın düşlerini süslüyorlardı bu halleriyle. Çok uzaklardan gizin kuyusunda, kurtuluşunu bekleyen ikinci Elmas Sırtlı Çıngıraklı Yılan’ın raks edişi duyuluyordu. Büyülü ses geceyi sarıp sarmaladı. İşlenmiş bir dantela zarafetiyle üç renkli elmasın beşiğinden çıkan ilk gerçeğin mağarasını ışıl ışıl aydınlattı. Doğumdu en yalın şekliyle evrenin düzeni içinde kendi düzenini yaratan şey. Ve en ilkel şekliyle insana hayat veren o kusursuz şey. Bu zor yolculuğun sırdaşı olan çocuk gördüğü ve öğrendiği her şeyi yaşamın kendisine sunduğu bir armağan olarak algılamaya başladı. Ummanın ötesinde karşısına çıkacak olan bütün belirsiz ama çözülebilecek olan gizleri düşündükçe. Yaşlı Adam’ın büyülü dünyasında yer alıyor olmanın heyecanıyla tutuşuyordu kalbi.
“Güneş doğunca yollarımız ayrılacak.” dedi Yaşlı Adam.
“Artık sen Düş Kuşu’nu yaratmak ve hem kendini hem de onu buluşmanın gerçekleşmesi anlamında kırılgan dünyalardan kurtarmak için yalnız sürdüreceksin bundan sonraki yolu. Düş anlam kazanacak uykunun moleküllerinde toplanarak. Saçların kanatlanıp düşü erginleştirecek. Canlanıp uçacak göğe doğru mavi yaşamı akıtır gibi ötüşlerinden. Senin ve insanlığın koruyucusu olacak. Kalplerde yeşerecek olan iyilik onu her keresinde daha da güçlü ve yenilmez kılacak. İyilerin ve iyiliklerin en güzel kuşu olarak hizmet edecek dünya anamıza. Diğer komşu gezegenler de buna mutlu olacak. Düşünülen ve düşünülecek olan iyilikleri bilincinde ve bembeyaz bedeninde toplayacak olandır ‘O’. Çirkin ve kötüyü alt edip güzel kılmak ve ona yeni bir yol sunmak için yapacaktır bunu. Ben seni Gözyaşı Ağacı’nın gölgesinde bekliyor olacağım hiç kıpırdamadan. Kalbimi tozlu ve yorucu geçecek olan bu upuzun yolculuğun kalabalığından koruyacağım. Gürültüsünden soyutlayacağım. Sen kendini ve beni bulana dek burada ölüm fanusumun içinde bedenimi uyutacağım.”
Çocuk yanağını okşayan yelin soğuğuyla bir an ür- perdi. Konuşulanların etkisinden henüz kurtulamadan. Yaşlı Adam dilindeki sözcükler akıntısını sürdürdü.
“Yıllar önce bir bulut tanıdım. Bulutların en özgürü ve en savaşçısıydı.* Kardeşleri vardı. Onlar da hep onu örnek almışlardı. Yellerle sevişirler, yeri ve göğü birbirine katarlardı. Göçmen kuşlar dinlenmek istediklerinde onların serin ve koruyan kucağına kendilerini bırakır düşlere dalarlardı. Özgürlüğün egemen kanalları sıcak yelleri davet ederdi bu eşsiz gökyüzü cennetinin evine. Yel koruyandı. Ve yaratandı. İşte böyle bir anın gelip çattığı, göçler yaşamında o, en sıcak yel olan Samado’yu doğurdu. Yolların gezginci yeliydi Samado. Yerin ve göğün barış savaşçısıydı. Çekip çeviren, düzeni sağlayan, seviştiren, çiçekler yetiştiren, aşklar cennetinin kostümlerini diken ve sevgi denen öğretilerin büyülü ustasını en güzel gezegen olan dünyaya gönderen yeller hükümdarıydı. İşte sen o’sun. Samado’sun.”
Çocuk büyülü düşün gizemli yolunda olduğunu, kendisine sunulan bu ismin, heyecan veren etkisinden olacak, hemen anladı. Ve onu kalbinde yumuşatıp, açılmış belleğinden titreyen bedenine yaydı. Özümsedi. Ruhunda hissetti. Sonra tarifsiz bir sevinçle Yaşlı Adam’a gülümsedi. Dudaklarından tek bir sözcük döküldü.
“Evet… Ben Samado’yum.”
“Samado!…
Yolların gezginci sıcak yeli
Oözyaşlarımızda şekillenen aşkların
Azgın seli…”
Yaşlı Adam huzurla ve gülerek karşılık verip, ekledi.
“Bu elması al. Onu boynuna as. İlk gerçeğin evresini tamamladıktan sonra, ikinci ve üçüncü gerçeklerin yolunda ilerleyeceksin. Zaman seni bütün evrelerin tamamlanışında hatasız olarak seçer ve ödüllendirirse sonsuza ulaşman çok kolay olacaktır. Düşler geçişlerle büyütecektir seni. Renkten renge girip çıkacaksın.
Bedenin değişecek ve ölümsüzleşecek. Küçülüp büyüyen bedenler göreceksin. Uykularına bu uzun yolculuğunda düş taşlan gibi girecekler. Onu renklendirip şekillendirecekler. Geçmişe inip geleceğe çıkacaksın ve yine olduğun yere döneceksin. Başka bir düş tarafından yönlendiriliyoruz. Sen de yönlendireceksin. Oynatıp oynatılacaksın. Haydi şimdi git. Tanrı’ya söz ver ki o da sana zor anlarında yardım etsin. Ve sakın unutma onu çok iyi koru. O beyaz, kırmızı ve siyah bir buluttan doğmuş devasa bir elin savuruşuyla uçacak ebediyete. Aslında bulutun kendisidir o. Yalnızca renklerin anlamını tam öğrendiğini anladığında bırakacaktır seni. Sakın şaşırma. Olgunluğun kutsansın ve içindeki erdemin gizli hâzinesini açsın.”
Yaşlı Adam geçmişinde bıraktığı yaşama ait olanın çok uzağındaydı. Simgeler üzerine oturtulmuş ruhlar âlemi bedenleri istedikleri gib.i yönetiyorlardı. Geriye dönülüp bakıldığında akılda kalan şeyler yalnızca atlayışları kolaylaştıracak genel zincir halkalarında büyüyüp giden ayrıntılar oluyordu. Eskimiş bir zaman boşluğuna takılıp kalan büyük bir taş kütlesinin altına gizlenmiş elmas parçası gibi… Geşmişine dönüşü ona nesneler yardımıyla kazandırılacak bir ödüldü. Doğum, yaşam ve ölüm gibi. Öncesine, hep daha öncesine yönelinen ruhlar devinimiydi yaşadıkları. Kendinden sonra gelecek olana ulaşmak adına yapılan huzurlu yolculuklardı. Düş, hiç durmadan pörsüyen kabuğunu atıp başka bir kabuğa geçiyordu. Yapılanıyor ve zamanı bölümlere ayırıyordu. Anlamlar başka başka boyutlarda yeni sahiplerinin sürgitleşen yeşil bahçelerini çağıldayan şelaleler gibi zengin leşti riyor lardı.
Çocuk uçsuz bucaksız bir ufkun izlerini süreceği yöne doğru seğirtti. Ulaşacağı noktanın şimdilik farkında olmadan yeni bir hayata başlamanın heyecanını duydu içinde. Yabanıl bir dünyanın ortasında olduğunu düşünüp, kalbinde yanmaya başlayan ateşin sıcaklığını bedeninde hissederek korkusuzca koyuldu yola; güneşin habercisi olan kuşları selamlayarak. Zamanı minik ayaklarında eritiyordu bazen yavaş bazen hızlı yürüyerek. Çorak toprakları güneşten koruyan tek tük ağaç parçalarının yanından geçtiğinde, dinlenmek ve terlerini soğutmak için bir süre kısa göz uykularına dalıyor, sonra yeniden yola koyuluyordu. Ardında bıraktığı her mesafeden sonra daha da yorgun düşüyordu bedeni. Issızdı geçtiği bütün yerler. Sessizliğin şarkısıyla yıkanmıştı sanki. Gökyüzünde kendisine katılan boyalı kuşlar dışında, şu an yürümekte olduğu meşe palamudu ormanının koruyan sarayından kulaklarına kadar gelen aşk bülbüllerinin serenatlarıydı yalnızca. Güzel bir estetikle bezenmiş olağanüstü şarkılar yayıyorlardı her tarafa. Uzun bir dağ yolu boyunca akıp gidiyorlardı büyük bir orkestra gibi geleceğin ve değişimlerin kapısına. Güneş her yiten zaman sonrası daha çok aşağılara bırakıyordu kendini ve artık o da dünyanın bu küçük köşesinde uykuya çekilmek istiyordu bir yarısıyla. Çünkü başka bir yerde onu bekleyen bir dünya daha vardı. Uyanıp uyuyacaktı. Uyuyacak sonra yeniden uyanacaktı. Hep başka bir yere doğru yeni bir hayat başlatacaktı. Her uykuda ve her uyanışta ak yüzlü ay ona geceleri geceaydın ninnileri ve masallarıyla gündüzleri günaydın şarkıları okuyacaktı.
Gözlerine yansıyan ışıltılar karanlığın elbisesine düşmüş ayın ve yıldızların arasına katılan dağ yamacının kenarlarında öbeklenmiş evlerden geliyordu. Daralan ve genişleyen patikalardan geçerek vadiye doğru ilerledi. Yine sessiz bir dünyanın koynundaydı ve kalbinde, korkuyu engelleyen bir güç hissediyordu giderek büyüyen. Yaşlı Adam’ın varlığı ve boyalı kuşların gökteki yılansı uçuşlarıyla aşk bülbüllerinin insanı kendinden geçiren şarkıları onun küçük kalbinde cesaret tohumları yaratmıştı. Artık biliyordu ki, korku düşünüldüğü anla birlikte canlanıp gelen ve bedeni darmadağın edip, dengesini bozan simsiyah vahşi bir elbiseydi. Davetkârdı ve dilediğinde kendisine uygun ucuz kahramanlar bulup o giysiyi giydirecek kadar da güçlü, inatçı ve kalleş yaratılışlıydı. Dinlendi. Yürüdü. Yeniden dinlendi ve yeniden yürüdü. Vadinin odasındaydı artık. Karanlığın siyah tülünde bir gelinlik gibi duruyordu ay ve her yanı aydınlatıyordu. Gözünün önünden yıldızlar kayıyordu art arda. Ak yüzlü ayın gözlerinden düşen damlalardı onlar. Ay bahçesinde birer çiçek olup dünyaya sunuyorlardı hüzünlü bir aşk masalını!
Köy evlerini andıran irili ufaklı yapıların yolun iki yanı boyunca dizilmiş olduğunu görünce yavaşladı ve çöp bidonlarının yanında uzayan kaldırımın yer yer bozulmuş taşlarında dengede durmaya çalışarak, çok sayıda Yasemin Ağacı’nın o muhteşem kokularını havaya yaydıklan bahçenin soğuk duvarına oturdu. Duyduğu koku onu kendinden geçirdi. Bu koku hiç yabancı gelmedi ona. Bir düş masalının içinde olduğunu düşündü. Aksi olamazdı. Geçmişe ve geleceğe açılan kapılar vardı. Bu da o kapılardan biriydi. Yaseminlerse, mavi bir düşün mahzeninde barınıp arınmış. Kuşanılmış bir gelecekten gelen en Kusursuz düş çiçekleriydi.
Gökyüzü geceye dolunayını vermiş, yeryüzünü ve bu gizemli bahçeyi her zamankinden daha güçlü aydınlatmasını istemişti ondan. Her aydınlanışta koku daha yoğun duyulacaktı ve yaseminler tatlı bir okşa- nışm verdiği hazla aşkın gpcünü yayacaklardı sevgisiz topraklara. Yaşadıkları karşısında şaşkınlığıyla birbirine karışan korku demlemeyecek bir ürpertiyi duyumsarken, geleceğinin falını görüyordu yabancısı olduğu bu yerin titreten bir ayazla kucaklaşıp kalmış, donuk ve kavruk havasında.
Yalnız ve özgür…
Elini giysisinin içinde boynundan sarkan elmasa götürdü. Büyük bir dikkatle inceledi onu. Ay ışığıyla çakışan parıltısı gözlerini kamaştırdı ve yaşaran gözlerinden birkaç damla, ilk gerçek olan doğumun bembeyaz renginin üzerine düştü. Yanılsama değildi bu. Havada uçuşan beyaz bir ışık kümesi milyonlarca yıldızın göz kırptığı bilinmezliklerin denizine doğru uçtu… O anda Gözyaşı Ağacı’nın dallarından bir damla düştü Yaşlı Adam’ın yüzüne.
Düşünde uyuyan Çiçek Memeli Kadın ağlıyordu hiç uyanmadan. Gözyaşı Ağacı‘nı yaratan oydu. Deniz tadında gözyaşları yağdırıyordu düşlere. O uyuyan bir yelken ve hüzünle sevinci çiftleştiren bir melekti. Koruyucu, pamuksu öpüşlü ve besleyiciydi. Ölgün, kısır seyirlerin ve aç bekleyişlerin köprülerinde gidip gelen imgesel kasırgaların yaratıcısıydı o.
Sesler birbirine girdi. Evrenin uyumlu düzeni dönüşümleri hızlandırdı. Oluşan her farklı şey Sama- do’nun dünyasında yeni zorluklar yaratıyordu. Ayrılması gerekeni ayırmayı bilmek istiyordu. Koskoca boşluğun bu ürküten yelpazesinde, doğruyu bulmayı ve kendisinden istenilene hatasız şekilde ulaşmayı başarmayı diliyordu. Düşünde var olacak olan bedene kutsal ananın al uçlu gül tomurcuğunun içinde yatan ak sütü emdirmek, onu doğumun sonsuz beyazlığı boyunca savaşlardan uzak tutacak, geriye dönüşü kolaylaştıracaktı.
delecek ve geçmiş… ikisi de aynı şeyin mahzeninde gizliydi ve ikisi de ayru nedenden insanı yaratmışlardı.
Yüce yüzlü adalet
Sevginin
Sevgimin
Sevgilinin taçsız adaleti
Orucumun korunmasız taşkınlığı…
Sefilliğim
Sefilliğin
Tokluğumdan gelir acıyan seslerim
Adaletim saadetim
Hüzün kovan çiçeksiz dantelim…
Pencereden evin içini görebiliyordu. l.oş bir ışık
yasemin ağaçlarının arasından sızıyordu. Doğruldu. Kalktı oturduğu yerden. Tam yürümeye başlayacaktı ki, büyülü sesin hâlâ kulaklarında olduğunu fark etti. Bu ona güç verdi ve gülümsedi.
“Gecenin bu saatinde buralarda ne işin var?” dedi karanlık bir gölge.
Karanlığın içinde birdenbire belirmiş ve onu ürkütmüştü. Ona doğru döndü Samado. Sesinde tok ve kucaklayan bir ton vardı.
“Hiiiç.” dedi.
“Yorulmuştum. Uzaklardan geldim ve ilk kez gördüğüm bu yerden çok etkilendim. Evler, ay ve yaseminler. hepsi de bir bütünün parçası gibiler. Düşüme renk kattılar. Yaşayacağım hayata doğru ilerliyorum ve Tanrı beni gözlüyor, sizi de gözlediği gibi. Ayrıca çok açım… Çok… Çok…”
Bir an sustu ve sonra gülerek ekledi:
Zaman beni güçlü olmam konusunda uyarıyor.
Kırlaşmaya başlayan uzun saçlarını arkaya atarak, Samado’ya onunla gelmesini söyledi. Bahçeye girdiler. Kokular yayılmıştı ortalığa. Yaseminler… Yaseminler… Burnu daha keskin soluyordu havayı şimdi. Kulaklarındaki ses kokuyla sevişiyordu. Evin kapısına doğru ilerlerlerken, “Küçük Dostumuz Mum Kızı’nın Şirin Dünyası” yazılı bir kulübe ilişti gözüne. Bir köpek kulübesiydi. İsmini ilginç buldu. Gizemliydi. Biraz da garipsemişti.
“Uyuyor mu köpeğiniz bayım?”
“Şşşt. Uyanmasın şimdi. Sonra görürsün onu. Hem ben de sana söz edecektim ondan.”
Kapı açıldı ve içeri girdiler. Adam esrarengiz bir buluşmanın sonrasında Samado’ya temiz giysiler verdi. Daha sonra mutfağa giderek, nohut ekmeği, yumurta, peynir, kuşburnu marmelatı ve zeytinden oluşan bir tepsiyle salona doğru yürüdü. Bu arada Samado’nun giysilerini değiştirmiş olduğunu gördü. Tekrar mutfağa doğru yönelip, ocağı yaktı. Üstüne çay suyu koydu. Bulunduğu yerden Samado’ya ellerini ve yüzünü yıkaması için, şöminenin tam karşısındaki koridorun sağında uzanan kapının banyo kapısı olduğunu söyledi. Dolabın içinden temiz bir havlu alabileceğini ekledi. Az sonra çay suyu kaynadı. Adam, vitrinin içinden iki tabak ve çay bardağı çıkarttı. Sonra çaydanlığın boynunu eğip, suyu bardaklara boşalttı. Kutudan iki böğürtlen çayı alıp suyun içine batırdı. Samado’ya kaç şeker kullandığını sorup, çayları karıştırdı. İki eliyle tabakları kavrayıp, masaya doğru yöneldi.
“Otur lütfen.”
Samado yavaşça sandalyeye doğru hareketlendi.
“Adın ne senin?” diye sordu Esrarengiz Adam.
Şöminenin şarkı söyleyen ateşi, kopan her kıvılcım sonrası titriyor, alevler sağa sola doğru gidip geliyordu.
“Giz.” diye yanıt verdi Samado. 11er şeyin bir sis perdesi boyunca değişime uğradığı, şu sunulmuş ömürde, güzel söylenmiş bir şarkı gibi dağıldı sesi evin her köşesine.
Esrarengiz AdaıYı çayını yudumlarken bir yandan da karşısındaki çocuğa dikkatli gözlerle bakıyordu. Onu buraya getiren şey. kendi hayatına anlamlar katmak için çabaladığı yılların cevabı mıydı? Belki de tesadüflerin doğurduğu her yitiriş ve her kavuşma, insanın tarihsel dökümü içindeki tek gerçekti; sonun başlangıcına uzandığı. Kafası karmakarışıktı. Bu onu hep aynı söylemin nakaratlarıyla başbaşa bırakıyordu.
Samado’nun tüm bedeninden çok hoş bir koku yayılmıştı odaya. İnsanın nefesini açan bir koku. Esrarengiz Adam onu fark etmişti ve hiç yabancısı olmadığı bir kokuydu duyduğu. Geçmişe, çok uzak geçmişlere döndü. Kendisini onun içinde buldu. Aynı beden. aynı yer. İrkildi.
“Hayır.” dedi içinden..
“Bu olamaz. Aynı hayat iki kez…” sustu.
Yansıma mı, yanılsama mı? diye düşündü.
“Hayır… Hayır. Olamaz. Bu bir yanılsama. Evet… Evet. Kötü bir yanılsama. Evet… Hayır… Evet. Hayır. Koku… Koku… Koku. Evet. Bir yanılsama.
Portak…al… Porta…ka…l… “Portakalına”
Samado çayını bitirdi. Karnındaki açlık yok olmuş, yerini hoş bir doygunluğa ve tatlı bir yorgunluğa bırakmıştı. Teşekkür etti. Oturduğu yerden kalkarak sallanan sandalyeye ilerledi. Esrarengiz Adam elinde cam küreyle Samado’nun yanına gelip durdu. Onu salonun ortasındaki masaya koydu.
“Bu küre, dünyanın cennetle cehennem arasındaki çatışmasını, insan ruhunun devingen cephesinde dikilmiş olan devasa bir aynanın sınırlarında gösteren kutsal bir bakış merkezidir. Kulübeyi görüyorsun. “Küçük Dostumuz Mum Kızı’nın Şirin Dünyası” yazılı şu bahçedeki kulübe. Dikkatle bak!.. Dudaklarımın arasından çıkan buhar Mum Kızı’nı uyandıracak ve o buraya doğru yürümeye başlayacak. Kapıyı açıp içeri girecek. Yanımıza yaklaşarak cam kürenin içindeki kulübesine oturacak. Ve sen bahçeye gittiğinde kulübeyi de Mum Kızı’nı da göremeyeceksin. Zaman kendisini aşacak ve nesnel bir varoluş sahnesinden soyut bir âleme geçişteki görsel yolculuk gözlerimizi kamaştıracak. Bizler sessizliğin suyla beslenen yıldızlarıyız aslında.”
Esrarengiz Adam sustu birden. Ölçülü bir ifadenin gerçeküstü silueti görünmeye başlamıştı gözlerinden kayarak. Anlattıkları bir bir gerçek oluyordu. Mum Kızı cam kürenin içindeydi. Sonra suskunluğunu bozdu…
“Tehlikesiz bir yaşama yolladım onu. Yalnızca kendisi ile yaşayacağı ve eşini seçerken hiç zorlanmayacağı yaşama.”
Samado gördükleri karşısında büyülenmişti. Şaşkınlığını gizleyemiyordu. Esrarengiz Adam’a sordu.
“Bu sihrin elinizde şekil alması ve yaşamı kendisiyle karıştırıp, yeni bir yaşam yaratma gücü nasıl oluyor da masanın üzerinde duran şu basit cam kürenin ortasında gerçekleşiyor. Bunun sırrı nedir? Tanrısal gerçekliğin insan bilincinde yarattığı sonsuz boyut nerededir? Bütün bunları anlamak istiyorum. Ve benim temel yazgım koskoca bir yaşamı nasıl kapsar ve etkisi altına alır; benden öncekini ve sonrakini!”
Samado sustu. Gök gürüldedi. Yağmurun hışırtısı ve yaseminlerin gecenin göbeğindeki oynayışları bakışlarında kilitlendi. Annesini özlediğini duyumsadı. Babasını ve iki kardeşini. Uzaklığını bilemediği bir zamanın özleten sancıları arasında iç geçirdi. Ölümün mutlak gücünü kalbinde bütün azametiyle hissetti.
“Öldüler…” dedi içinden.
“Bir kuş gibi uçup gittiler dünyamdan…”
Yaşlı Adam’ı düşündü yeniden ve yapayalnız olduğunu. Şimdiye kadar olanların hayatının akışını nasıl değiştirdiğini. Yaşlı Adam’la taşın yanında başlayan yazgısının öncesinde hatırladığı tek şey ailesinin ölümüydü. Düşünceleri büyümeye ve olgunlaşmaya başlıyordu. Hâlâ kafasında Esrarengiz Adam’ın cam küresinin içinde olanlar vardı. Bir de Yasemin Bahçesi…
“Ateşe tut elini.” dedi Esrarengiz Adam.
“Tut. Korkma yanmayacak!.”
Samado ateşin yanma gidip, söyleneni yaptı. Canı hiç yanmamıştı. Cam kürenin yanına geldi. Mum Kızı erimişti. Bir mumun eriyişi gibi. Dönüşüm parmağındaki ateşle gerçeğine ulaşmıştı. Evet erimiş gitmiş ve gözden kaybolmuştu. Ve o an Mum Kızı Yıın isminin neden garip geldiğini ve farklı olduğunu anladı. Çok ötelerden bir köpek sesi duyuldu. Özgürce koşuşturan bir köpeğin sesi. Ona başkasınınki eklendi… Sevgisiyle bütünleştirdiği eşi. Sezgileriyle bulup tanıdığı ve sevdiği biri. Mutluydu havada dolaşan havlamaları köpeklerin.
Esrarengiz Adam hiçbir şey konuşmadı. Yalnızca Samado’nun saçlarına baktı. Sarı ve kıvır kıvırdı. Yanına yaklaşıp onları okşadı.
Uzunca bir sessizlikten sonra pencereye vuran yağmur damlaları evin havasını değiştirdi. Suskunluk yerini geceye ve sağanağına bırakmıştı…
Samado’nun gözleri ağır ağır indi ve az bir zaman geçti ki uykuya daldı. Esrarengiz Adam onu kucaklayıp, şöminenin yanındaki yatağa yatırdı. Yumuşak, pamuklu yatağa. Üzerini kalın bir battaniyeyle örttü. Merdivenlerden yukarıdaki odasına doğru çıkarken çocukluğunu düşündü. O kadar çok benziyordu ki, bir an ürktü. Yazgısı karşısına Giz’i çıkartmıştı. Yani Samado’yu. Ondaki gizin geçmişinden ve bedeninden yansıyan bir yanı olduğunu biliyordu. Göğsüne götürdü ellerini ve dokundurdu. Güçlü bir çekim alanının içinde hissetti kendisini. Ürperdi ve gözlerine doğru mavi bir ışığın yürüdüğünü gözledi. Perde çekti geceye bir anlık. Kara bir perde…
Ailesini düşündü. Annesini, babasını ve iki kardeşini. Hepsi ölmüşlerdi. Bu benzerliğin ötesinde, çok çok ötesinde bir şeydi. Yaşamın kendi yaşamıyla buluşması. Yazgının yazgısıyla sevişmesi gibi, sonsuz bir sarmalın dönüşünde yaşanan dev bir süreçti. Tan- rı’nın kutsal serüveniydi yaşananlar. Kendimizle verdiğimiz en büyük sınavdı.
“Hayır… Evet… Hayır. Evet. Hayır. Olamazdı. Olanaksızdı. Bu bir yanılsamaydı. Yansıma değil, bir yanılsamaydı.”
Kaldırdı geceyi gözlerinden ve olanca hızıyla koşmaya başladı. Işık ve gizin teninde üzüm salkımı gibi sarkan düşsel nesneyi düşündü ve yeniden ürperdi. Dışarıdaki havayı koklamalıydı.
Yaseminler… Yasemin dolu düşler!
Samado, Çiçek Memeli Kadın’m uykusundaki düşün zamanla sınırlı olduğunu bilmeden uykuya dalmıştı. Uykusunda genç ve güzel bir adam şarkı söylüyordu… –
Doğdu Altın Bebeğim Güzel bir erkek bebek Kucağıma aldım ve öptüm onu Seyrek saçlarından Kadınım yorgun, ama mutlu Anaların en güzelidir o Ve
En lezzetli süt vereni
Sesindeki kadifemsi yumuşaklık ninni gibi yayıldı bebeğin dünyasına. Gevşedi minik bedeni ve gülücükler yağdırdı annesinin kucağında oynaşırken. Devam etti şarkısına genç ve güzel adam.
Benim güzel Altın Bebeğim Kutsal anasının memesindeki Al uçlu gül tomurcuğunun İçinde yatan sütü emiyor Ve bu ona sonsuz bir huzur veriyor
Genç kadın anne olmanın kutsallığını yaşatıyordu memesindeki bebeğine. Uykuya çekilen düşteki çıplak bedenin değişime uğramış boyutunun kristalleşmiş sahnesinde ve daralan zamana karşı verilecek savaşın en hararetli yerinde, var olduğu düşün içinde kendini buluşunu görüyordu şimdi, yaşanılanın uzağında kalarak. Özdeş emilişlerin zirvesinden seyrediyordu dünyayı. Mutlu ve medite olmuş bir halde kâinatla.
Masmavi bir suyun içinde titreşen şekiller çiziyordu gölgesi Altın Bebeğin. Gölgesinden sazan yavruları geçiyordu. Oynak ve neşeli. Gülüşünden yansıyan sevincin suda bıraktığı güzel manzara mutluluk yayıyordu kıyı boyunca. Nehir yol gösterendi. Bedene ruh veren. Onu yıkayıp erginleştiren.
DÜŞTE GÖRÜNEN GİZLİ YÜZ
İZ LEY EH VE GİZLENEN…
Çiçek Memeli Kadın, düşünün içinde yaşayanın gördüğü başka bir düşün şekillenişini seyrediyordu çözerek kilidini kapanmış kapıların. Samado düşlere anlamlar katan gizli yüzüydü onun. Zaman boş kalmış sayfalarına sıcak harfler ekleyip başucunda bekleyendi. Geçmişe dönüp geçmişten çıkmanın, işlenmiş yaşamın bir parçası olduğunu anladı. Her şey aslını buluyor, kutsal yolculuk ilk ve son arasında çizildikçe, gelecek evrenin gizli hâzinesinde gizleniyordu. Gizli hazineyse, kalbimizdeki sıcak mağaranın dipsiz kuyusunda.
Memelerinin ucundan akıyordu süt, kıvrımlı çıplak bedenine. Kaynağından dışanya çıkıp yuvarlak ve simetrik zarafetiyle aşağılara kayıp gidiyordu. Göbeğine ulaştığında orada minik bir gölet oluşturmuşlardı. Duvarın içinden geçip dilimle yaladım sıcak sütü. Emdim… Emdim. Bir damla bile bırakmadan. Göbeğinin oyuğundan süzülerek yukarılara doğru izlerini takip ettim ak sütün. Dilimin ucuyla küçücük yalayışlarla diri ve yuvarlak memelerini tırmanarak al uçlarına vardığımda durdum. Derin derin uyuyordu. Onu hiç rahatsız etmeyecek dokunuşlarla defalarca emdim. Karnım doyduğunda güzel yüzünde bir çift kiraz gibi duran etli dudaklarına yumuşacık bir öpücük kondurup, odama geri döndüm. Geçişler kusursuz oluyordu. Madde bedenimin giysisine yerleşmiş mavi gök gibi eriyordu sonsuz gücümün egemen aynasında. Duvar bana geçit verdi ve içsel buyruğumu yerine getirdi. O beni hissedebiliyordu içinden geçerken. Kaba etinde şimdiye kadar hissetmediği şeyler yaşıyordu. Dokunulmak. Uyarılmak. Geçişler şenliğinde doyumsuz mutluluklar tatmak ve en sonunda huzur veren acısız uykulara dalmak…
Odamın loşlaşmaya başlayan havasında güdülerimin beni fişeklediği sarılgan ve sokulgan atmosferleri konuk ettim yalnızlığıma. Tütsüler yaktım rengârenk. Portakallı. Yaseminli tütsüler. Küçük bir sandal ağacı minyatürüne bindirip dolaştırdım evimin ılık bölümlerine. Her yer keskin dumanlarla sevişen yılanlar oldu birden. Kokular doğdu bütün nesnelerin içinden. Odalar kokuyu yuttu. Koku evi uyuttu. Gözlerimin bende kalan yarısı ağır ağır kapandılar üzerime. Kaldığımız yere geri döndüler.
Dönüş
Kuşlar nakışladıkları göğün sulak arazilerinden melodiler gönderiyorlardı hüzünle pişmiş ruhuma. Karşılık vermişlerdi uğuldayan yakarışlarıma.
Portakal ağaçlan yerindeydiler. Değişim düşte kalmıştı. Mavi mağara ressamı, batırmıştı fırçasını düş boyasının kutusuna kendisine döndürerek aksayan zamanı. Doğruldu oturduğu yerde ve yavaşça ayağa Kalktı. Kuruyan giysilerinin üzerinde Gözyaşı Ağa- cı’nın resimleri duruyordu. Damlayan gözyaşları değiştirmişti Kumaşın Kimyasını. Toprağın yumuşak Karnında Kalan mesafeleri adımlamaya başladı. Yürüdü… Yürüdü. Ağaçların yerini yolun iki yakası boyunca koca bir sel gibi yayılan Kırmızı renkteki dikenler almışlardı. Yüzlerce, binlerce deve dikeni. Ufuk, adımlarını sıklaştırdıkça daha da yakınlaşmaya başlamıştı.
Kafasını kaldırdı tozlu ve yorgun yolu yerde bırakarak. Yutulan kilometrelerin kendisine doğru çektiği ufkun kalın çizgisini gördü. Kısalan yol terleyen ayaklarında hoş duygular uyandırıyordu. Saçları, arkasından gelen iç gıcıklayıcı bir yelin, yumuşak, kibar ve soylu dokunuşlarıyla uçuşuyordu. Deve dikenlerine değiyorlar ve her değişlerinde dikenleri de beraberinde sürüklüyorlardı.
Yuvalarını onların köklerine yapmış salyangozlarda, saçlarından saçılan yelin savruk öpüşleriyle aşk masalı kahramanlan olup tutkuyu sürüyorlardı büyünün mabedine. Orası ışığın işlenip biçimleneceği yerdi. Gözleri kamaşıyordu şimdi. Tozlar havadaki boşlukta toplanıp pamuk helva görünümünde ve tadında ak pembe bulutlara dönüşüyorlardı. Gülen bebekler fışkırıyordu toprağın başak tadı yemiş gebe karnından. Fışkırdıkça dünyanın bütün kıtalarında yaşayan farklı ten rengindeki bebek ordu- ^ ları oluyor, bollaşıp duruyorlardı. Budunsal âlemin zikzaklı oyunlar oynayan oyuncularıydılar onlar. Ayaklarının dibine düşen kıpkırmızı bir elmaya eğildi ve aldı yerden. Dişlerinin tek bir dokunuşuyla ısırdı onu. Elmanın dışarı sızan suyundan burnuna doğru yayıldı değişime uğrayacak olan ıslaklıklığın büyüsü.
Isırışla birlikte keskin bir portakal kokusu sardı sürekli soluyan burnunu. Burnunda larvalanan koku, önce bir kurta sonra ipek böceğine daha sonra altın yaldızlı bir kelebeğe dönüştü. Onu yüzlercesi izledi. İki deliğindende dışarıya akın ediyor ve ışığa doğru kanatlarını çırpıyorlardı. Titreyen bedenini taşıyan yol ayaklarının altından kaymaya başlamıştı. Donmuş bir gölün buzdan teninde koşar gibi ışığın büyülü girdabına ilerliyordu hızla. Yaklaştı. Zaman kendi kendini yutmak üzereydi. Daha çok yaklaştı. Zaman kendi kendini yuttu. Saatler dakikalara, dakikalar saniyelere, saniyeler saliselere sığmadı ve buluşma gerçek oldu. Dudakları arasından kalbinin masum denizlerinde balıkların en yakın dostu sayılan yaz kokulu mavi şarkılar döküldü.
Parıldayan ışığın tam ortasında duruyordu “ı ortakalina”. Portakal bedenli, portakal kokulu kadın. Ağacın cinsiyetsiz kütlesinde doğan ve zembiller içinde toplanan. Bebeğin varoluşundaki rahmin ağzının açılışı gibi yarılmıştı karnı. İçinden sızan ışık çok güçlüydü ama gözleri rahatsız etmeyen bir yanı vardı. Kelebekler ve gülen bebekler şarkılarımı yineliyorlardı hep bir ağızdan. Ardımda bıraktığım yol attığım her adımdan sonra kısalıp yok olmuştu. Geride görünen hiçbir şey yoktu. Yeryüzü ve gökyüzü yanı başımdaydı artık. Yeşilin ve mavinin kaynağının üzerinde duruyor, saçlarımın göğe doğru yükseldiklerini görüyordum. Sonsuz sona doğru sessizce açılmışlardı. Değiştiler. Doğanın bu yalıtan kuyusunda imbikten geçirildiler. Değiştiler. Düşün uyuyan ve uyanan yazgısını değiştirdiler. İmgelerin renklerini deştiler ve kanatlanıp ellerime düştüler. Işığın akı artmaya başladı.
Soluksuz kalmış ciğerlerimde toplanmış kuru hava dudaklarımı çatlatmıştı. Ellerime yanaştırdım onları. Orada durup kıpırdayan düşü öptüm cinsiyetsiz organından, hareketlendi küçük kımıltılar eşliğinde. Sonra beni hep izleyen bir yel yardımıyla yukarılara uçtu şarkılarımı öttürerek gagasında. Gökte çizdiği çizgi gözlerimi parıldatan ışıkla birleşti. Görüyordum artık ışığın elmasa dönüşmüş şeklini. Kutsanış onunla başladı ve onunla son bulacaktı. Tanrı hep işaretler gönderiyordu uyuyan gözlerimize uyanalım diye. Tomurcuğu patlamış yeni bir düşün dört mevsiminde gezginci âşıklar olalım ve sevgiyi bulalım diye yapıyordu hep bunu. Düş Kuşu var edilen ve var edendi, hem yaşam hem de ölüm demekti. Kavuşum gerçek olmuştu. Portakal ağacı beni ödüllendirmişti yaşamın kalkanıyla. Onunla bütün zorlukların üstesinden gelebilirdim ve başka canlılar adına da ödüllendirebilirdim hayatı, hayatın gerçekteki anlamını… Anlattıklarını… Ve anlatacaklarını sunabilirdim onlara.
Düş Kuşu havada asılı duran elması aldı gagasıyla ve bana getirdi. Ayak parmaklarımın ucuna bıraktı. Ellerimi uzattım karanlığı aydınlatan kadınsı tenine. Usulca dokundum saçılan ışığına. O an gökyüzünde şimdiye değin hiç görmediğim sayıda yıldız kümecikleri oluştu. Ay mutluydu hem de hiç olmadığı kadar ve kusursuz bir güzelliği vardı. Çünkü o Oc ooçî!r.ıişti bu görsel cennetin uyanışına. Aydınlatan bir güce sahipti ve ay hep gözü yaşlı bakardı dünyaya, dünyanın- da güneşe baktığı gibi sabırsızca…
Koca bir ışık seli bedenimin bulunduğu noktayı çevreleyerek yansımasından kopardığı ipliklerle örgüler örmeye başladı. Işık saydam bir cama dönüştü zamanla. Cam örgüsüydü etrafımda şekillenen ve sessizce ellerim tarafından ellenen. Panus. Bir cam fanus. Havanın ışıkla birleşmesinden meydana gelen fanustan başka bir şey değildi şu an içinde durduğum. Birkaç saniye geçmemişti ki havalandığımızı gördüm Düş Kuşu’yla birlikte. Yükseklere… En yükseklere.
Gün ışıyana kadar sürecek bir serüvenin başlangı- cındaydım artık. Güneş doğduğunda yeni bir düşün etkisine girecek ve başka boyuta sıçrayacaktım. Bo- yutsuzluğun boyut kazandığı bir kökene kucak açacaktım. Sıçrayacaktım. Köklere kadar ışıyan bir ışıldak olacaktım Düş Kuşu’nun koruyan kanatları arasında, sıcacık esen bir yele doğru çekilirken ve ekilirken sevgim kalplere… Ve ekerken dilim sözcükleri sevgilere.
Portakal inindeydi aşk… Paylaşılan tutku. Paylaşılan aşk. İkisi de kavramların en karmaşık ama en kuşatıcı ve en doyurucu olanıydı.
Akıl ve düşsel yorumsa, insanın mantığını cilalayan dost ivmelerdi.
KENTE UYANIŞ
Gözlerimdeki esnek perde kaldırdı suretini. Odamın hoş kokulu ve loş bakışlı havası gezinip duruyor şimdi mahmurlaşmış bir bedenin seyirleri arasında. Yağmur sürdürüyor koşuşturmasını gündüzü büsbütün bulanıklaştırarak. Arabaların nafile klaksonları yetersiz Kalıyor Kaçışan Kalabalığın cızırdayan sesleri arasında. PolifoniK, aKsaK ve Kontra çoğalışlarla beslenen gökyüzü, bu anlamsız ses yığılmalarının rahatsız edici yanını duymuş olacaK, büyüK bir çatırtıyla patlıyor uzaK yüKseKliKlerin devasa Kazanlarının içinden Kızgın bir şeKilde fırlayaraK. YuKarılardaKi yarığı görebiliyorum düşümde gördüğüm gibi… Yine düşümde canlanan Kuşların göğün yırtığını nasıl diktik- lerini gördüğüm gibi seçebiliyorum ağaçlardan Kal- Kan Kuşların oraya doğru Kanat çırptıKlarını ve ağızlarında mavi yapraKlı dallar taşıdıklarını. GÖK nakışlanıyor sevgiyle yutulan lokmalar gibi. Teşekkür ediyor uçan kanatlılara onlarla şakalaşarak. Sonra geceye kapıyor yenilenmiş bedenini sessizce uyuklayarak.
Yarı açık gözlerinde mutlu bir tebessüm var Çiçek Memeli Kadın’ın. Altın işlemeli meyve çiçekleri kaplamış şimdi çıplak bedenini. Giysi olmuşlar ona ürpertiden koruyarak ve yeniden düşlerin doğuran rahmine bırakarak seçilmiş gözlerini… Zaman sessizce açmıştı mavi perdesini kaldığı yerden.
Yasemin meyveleri… Yasemin meyveleri…
Samado buharsı büzülüşlerle zamanı içine alıp yutan düşünün ortasındaydı yeniden. Aralık kalmış kapısından sokmuştu meraklı gözlerle ilerleyen başını yaşanılanın soyut döşeğine.
KALPLER HUZURLU TIKIRTILARLA SESLİYORDU
ZAMAn DEH EH RÜZGÂRSI SAHHEYİ
Köy halkı, kadınlı, erkekli ve çocuklu, büyük bir kutlamanın verdiği sevinç yumağıyla hoplayıp zıplıyor, geleneklerine özgü figürlerle dans edip şarkılar söylüyorlardı. Yaşlısı, genci herkes bu şölene katılmış, mutluluğun yayılışından paylarına düşeni almak istermişçesine ortama uyum sağlıyorlardı. Doğan bebekler vardı. Aileler coşkularını topluca anlatmak ve zamanı kutsallaştırmak için, nehrin huzur veren suyuna bebeklerini batırıyor ve Sevgiler Meleğinden onları kötülüklerden korumasını, yaşamları boyunca hep ilk ve son ışığın izinden gitmelerini diliyorlardı. Tanrı onlara gereken yakınlığı gösterirdi. Söylenenleri duyar ve kabul ederdi. Melekleri içinde en güzel olanıydı o. Bağışlar ve kutsardı. Hepsi de yaşayış şekilleri ve konumları ne olursa olsun tek bir bekleyiş için buradaydı. Umutlarını yitirmeden, gefecek olan ışığı yakalamak ve yeni doğan bebekleri için bu ışığın hayat boyu sürecek olan kucaklayışıyla buluşmalarını sağlamak, onları huzurlu ve âşık kılmak. Salt doygunluktu bu. Onun ellerinden nehirdeki suyu içmek ve ona teşekkür etmek, nehrin kaynağına daha yakın ve hep bir adım önde.
Barış ve sevginin yaşamın bir parçası olduğu masalsı ülkenin bu en güzel ve en özgür köyünde, nice zorlukları aştıktan sonra, yalnızca yüce bir sevgiyle yüce bir sevgiliyi düşledikleri hayatla ödüllendirilen iki kişi vardı. Eski bir düşten gelen yiğit kahramanlardı onlar. Ayrışan ve düşlerle çakışan. Uzak ülkenin bu kutsanmış köyünde güneş her doğuşunda, insanların kalplerindeki öpülesi Sevgiler Meleği, onlara daha çok mutluluk verir, yaşadıkları toprakları ısıtır ve soğuktan korurdu onları. Karışık esen yellerin dostluk eli, sıcak ve güzellik tutkunu bulutları da beraberin
de getirir, hiç üşütmeyen yağmurları dört mevsim bu topraklara bırakırdı. Bir gün sıcak bir yel geldi bahar kuşlarının ötüşüyle sevişerek. Yerini ve yurdunu seçerek. O köyün masmavi nehrine indi. İkisine doğru yaklaşıp ak koynundan çıkardığı bir elmas parçasını uzatıp onlara verdi. Parlak ve göz kamaştırıcı. Teninde taşındığı izlenimi veren büyülü bir giz onu sarıp kuşatmıştı sanki. İnsanı çeken bir mıknatıs. Kalbin inine giren işlenmiş bir sis. Üç boyutlu bir giysi. Üç boyutlu bir ses yelkeni.
Konuştu sıcak yel:
“Ben Samado’yum. Sıcak esen yel. İnsanları barışa davet eden, onları savaşın zehirli dilinden kurtarıp sonsuz sükûneti veren. Seviştiren ve ödüllendiren. Uzun zamandır sîzleri izliyorum. Burada huzur ve barış içinde geçirdiğiniz hayatı görüyorum. Ve bunu korumak için verdiğiniz mücadeleyi. Birleştiricilik ruhunun sizden, fazlasıyla yansıdığını gözlüyorum insanlarınıza. Kutlarım sizi. En başarılı ülke seçildiniz köyünüzdeki sevgi çiçeklerinden ve altın bedenlerinizden yayılan içten, doğal ve kardeş nefeslerinizle. İçinizde taşıdığınız en büyük mirastır o, size Tanrı tarafından armağan edilen. Bilirsiniz, her çirkinleşmiş ve katilleşmiş nefes zorlanır yaşarken. Zorlanır ve günün birinde cezasını çekip, yığar toprağa sahibinin cansız bedenini. Toprak arttandır. Murlandırıp, ona yeni bir hayatı bağışlayan. Tanrı her insanı gözetir ve affeder. Mutlak olan son gelip çatana kadar, bu serüven böyle sürer gider. Yazgınız size, ya zengin bir bahçe sunacaktır ya da yoksul ve verimsiz. Hep tüketen… Tüketen. Sonundaysa sahibini yok eden.
Sen! Genç adam. Güneşten doğdun sen. Onun en yiğit savaşçısının ruhundan bedenlendin. Sen O’sun. O da sen. Göklerde kılıcını kuşanıp, kara cellatların boynuzlarıyla savaşan ve kötülüklerin yezidine darbeler vuran. Onu bayıltıp boğan. Âşıkların en güzeli. Destansı bir kahraman. Koruyucu ve üreten. Üleştiren. Azametin koruyan kanatlarını takıp, insanlığı yücelten. Sen O’sun. O’nun ruhundan çıktın. Tanrı sana en büyük armağanı verdi. Sonsuz sevgi denen kalbinin derinliklerinde ışıyıp duran gizli hâzineyi. Bundan böyle senin adın “Güneş Pelerinli Adam” olsun. Sıcaklığını ve barışım her yere yay. Hiç vazgeçme soğukla savaşmaktan. Kötüyü ve çirkini iyileştirip güzelleştirmekten.”
Genç adamın duydukları onu hem onurlandırmış, hem düşündürmüştü. Mutluydu ve şaşırmıştı. Düş mü, yoksa gerçek miydi yaşadıkları? Gözlerinin önünde hâlâ Samado’nun ihtişamı duruyordu. Ve ona gülümsüyordu. İçi rahatladı ve Tanrı’ya şükretti onu kutsadığı için. Sonra Samado’nun önünde eğildi.
Samado, ötekine doğru döndü ve konuşmasını sürdürdü:
“Sen! Genç kadın. Gözü yaşlı ay bahçesinden doğdun sen. Onun en güzel kokan tohumunun ruhundan bedenlendin. Yeryüzünde dolaşır, kokular saçardın. Onları büyüleyen ve seviştiren. Toprağı bereketli kılardın. Sevgiyi sonsuz… Güzelliğin sana, meleklerin taktığı bir taç ve verdikleri en kutsal ödüldü. Onunla, insanların kalplerinde çökmüş kiri temizledin. Sen O’sun. O’nun ruhundan çıktın. Tanrı sana en büyük armağanı verdi. Sonsuz sevgi denen, kalbinin derinliklerinde ışıyıp duran gizli hâzineyi. Bundan böyle senin adın “Çiçek Elbiseli Kadın” olsun. Beyazlığını ve güzelliğini her yere yay. Hiç vazgeçme pis Kokuyla savaşmaktan. Kötüyü ve çirkini iyileştirip, güzelleştirmekten.”
Genç kadının duydukları onu da hem onurlandırmış, hem düşündürmüştü. Mutluydu ve şaşırmıştı. Düş mü, yoksa gerçek miydi yaşadıkları? Gözlerinin önünde hâlâ Samado’nun ihtişamı duruyordu. Ve ona gülümsüyordu. İçi rahatladı ve Tanrı’ya şükretti onu kutsadığı için. Sonra Samado’nun önünde eğildi.
Samado devam etti:
“Ey! Güneş Pelerinli Adam ve Çiçek Elbiseli Kadın. Doğmuş olan bebeğiniz, yaşadığınız hayata sunulmuş bir beden savaşçısıdır. Işığı bulmak ve varoluşun karanlık mağarasını aydınlatmak için yollanmıştır. Düşlere girecek, düşlerden çıkacaktır. Bedeni değişimlere uğrayıp, üç kutsal rengin sürüklediği bir hayatın çeşitli evrelerinden geçecektir. Babasının, güneşten gelen saçlarındaki parıldayan renkle boyanmıştır teni ve annesinin, çiçekten gelen saçlarından yayılan kokuyla kaplanmıştır minik bedeni. Koku görünmeyen gizidir Altın Bebeğin. Bir taş… Değerli bir taşın teninde akı- şan yaşamın gerçekleridir o renkler. Kutsayıp koruyacaktır onu. Sakın korkmasın kötülüklerden. Başına felaketler gelebilir, onu çok şaşırtan olağanüstü olaylar yaşayabilir. Bilsin ki, bütün bunlar onun seçilmiş ol- fnasmdandır. Bir gün gelip alacağım onu ve götüreceğim uzaklara. O her şeyi yerde, gökte ve suda öğrenecektir. Ve yenilenmiş bir günün ilk ışıklarıyla birlikte, soyut varlığının giysisi içinde bilge biri olarak yanınıza gelecektir ve sîzleri de sürükleyecektir gizin emilmiş meyvesine.”
Samado susmuş, Kadına bakıyordu. Onun mutlu ve umutlu gözlerine. O gözlerdeki yorgun sarhoşluk ruhunda uyuyan kutsal ananın onu kucaklayışından başka bir şey olamazdı. Şerbet yemiş bir gizdi o sarhoşluğun içinde gidip gelen şey. Yeniden yöneltti dilindeki uyumlu ve öğretici sesi:
“Sen! Çiçek Elbiseli Kadın. Onun annesisin. Poğur- gan ve dünyaya getiren. Sen düşün rahmisin.’ Ve o düşün yaratıcısısın. İnsanın kalbindeki aynayı yüzüne sunansın. Unutmal Senin düşünde bedenlendi bu destansı masal kahramanları. Sen uyudun öncenle. Şu an bilemediğin ve göremediğin çıplak bedeninle. Aranızdan ayrılıyorum şimdi. Söylediklerimi unutmayın. Unutmayın ki, kalbinizde taşıdığınız sevginin gücü artsın, daha çok sevişip gençleşsin teniniz. Halkınız hep mutlu, hep barıştan yana olsun ve öyle yaşasın.’
Samado’nun son sözleri bunlar oldu. Ve aniden yok olup gitti görünmeyen uzaklıklara.
İnsanlar büyülenmişti. Gördüklerinden dolayı dilleri tutulmuş gibi, sessiz, şaşkın ve ürkek bir durum sergiliyorlardı. Hepsi de yerlere eğilip tapınıyorlardı. Onlann bu halini gören Güneş Pelerinli Adam, şölenin yeniden canlılığını kazanması ve kutlamaların yapılması için emir verdi. Kendisinin bir Tanrı olmadığını, yalnızca liderleri olduğunu söyleyip kaldırdı onları yerden. İnsandan insana tapması beklenemezdi. Bu bir zayıflıktı ve onun halkı zayıf olmamalı, mantıkla duyguyu birbirine karıştırmamalıydı. Güç ancak, pay- laşılabilirdi. He kadar adaletli dağıtırsan karşılığında o kadar mutluluk alırdın. Dengelenirdi hayatın akışı. Çok geçmeden her şey normale döndü. Köy halkı liderlerinin öncülüğünde her zamankinden daha güçlü ve daha mutlu olacaklarını düşlemeye başlamışlardı bile.
Güneş Pelerinli Adam, keten kumaştan dikilmiş elbisesinin göbek kısmına denk gelen, derin ve geniş cebinden bir boyun bağı çıkardı. Siyah, bir serçe parmağı kalınlığında ve kadifeden bir boyun bağı. Elması sol eliyle kavrayıp, sağ elini ustaca kullanarak, ortasındaki ince delikten geçirdi onu. Düğümledi ve ağlayan Altın Bebeğin minik boynuna taktı. Üç renkli bir elmastı zamanın soyut derisine ışıltısını veren.
Geçiş süreci henüz tamamlanmamıştı ama doğum bütün hızıyla kendi olanı yaratmayı sürdürüyordu. Cinsiyetler hep bir arada olup, karmaşık gibi görünen yaşamı, bir önceki ve bir sonraki hayatlarla bütünleş- tiriyordu. İlk gerçek oluşumunu, bebeğin boynunda beyazlar saçarak ve Düş Kuşu’nun karanlık hücrelere girmiş dünyayı kurtarması adına sürdürecekti. Altın bebeğin gözyaşları, şimdi çok uzak gibi görünen Gözyaşı Ağacı’nm dallarından aktı Yaşlı Adam’m yüzüne. Fanusun geçirgenliği yalnızca gözyaşınaydı ve Yaşlı Adam’t hareketsiz de olsa hayatta tutan şey buydu.
Savruk, dağınık ve çekingen gözyaşları benim gözyaşlarım… Senin gözyaşların Gözyaşlarımızın gözyaşları Olgunlaşacak bir gün Yolculuğumuzun bronz yatakları Kaynayan ve soğurtan Ve serseri düzenekler içinde
Uçurumların saçlarını tarayan Çiziksiz çizilen sessizliğimizin Kararmış gözlükleri gibi Görüneni aydınlatan
Saydam bir denizin üzerinde yol alan Uyuyan Yelken, Altın Bebeğin ölümsüz rüzgârıydı, nereye eserse essin, her an yanında ve kalbinde olacaktı.
Duvar, ses
Yakamoz duvarı, dalga sesi Ses duvarı, dalga duvarı Aşağılara çektiğim deyimlerimin Yutulmuş sıfatları…
Dostluğum, arkadaşlığım Aşkın güldüren hançeriyle kazınan Acıya siper olmuş göğsümdeki Yontulmuş yalnızlığım
Albn Bebek elmastan var olmuştu bedenlerin geçişlerle birbirine bağlandığı bu aynşımlar ve ışımalar gezegeninde. Düşlerin evcil yataklanndan süzülüp biçimlenmiş bir elmasın içinden çıkan ışıkla büyüyen bir cenin eriyerek Güneş Pelerinli Adam’ın yumurtalıklarına ve oradan da Çiçek Elbiseli Kadm’ın rahmine geçmişti. Sonrası, sunulanın sonsuz seyrinde biçimlenen çiçeksi bir büyü ve büyüyüştü… Büyü ve büyütü- lüştü şekilden şekle geçen…
YAŞAM
KENDİSİNE SIĞINILAN ZİYAFETLER HASTAN ESİYDİ
Ormanı aşıp evlerine döndüler. Sessizliğin havada kaçışan acemi sesleri kıskıvrak yakaladığı akşamın bu ilk saatleri, onları açlıklarının gösterişsiz bir sofrada son bulduğu mutlu ziyafetin paylaşılmış güzel bir anına götürmüştü. Altın Bebek meme emiyordu. Diri bir memenin kaynağından gelen ak sütü. Yüzündeki huzuru evin içine yayıyordu gülerek. Sıcak süt doygunluk ve mutluluk demekti. Memeyse lütufkâr bir mabetti onun için. Çeken, doyuran ve koruyan. Tatlı bir düş çöreğini yer gibi, al ucunu ısırıyordu memenin. Anne, huzurlu bir okşanış duyuyordu kalbinde ve onu öpüyordu yanaklarından.
Sevgi bereketli yağmurlarla düşerdi susuz kalmış topraklara. Onu aşka boğardı. Ortak bir paylaşımla kurarlardı diledikleri yaşamı. Evet… Yağmur toprağı döven ve onu hep sevendi. Bunu o güçlü ve verimli olsun diye yapardı. Yalnızca sevişmek için değil. Aile birleştirendi. Ve en değerli hazinesiydi Aitın Bebeğin, içinde huzurla uyuduğu sıcak ve sevgi dolu, güvenli beşiğiydi.
. Uyku…
Mavi gözlü güzel uyku Saf ve temiz
Bal teknesine batırılıp tatlandırılmış uyku Düşler müptelası, düşler sarhoşu Ve düşler âşığı aziz uyku
Yorgunlukların en yakın dostusun sen İnsanı dinçleştirip ağartan Sonra bayıltan
Sulak arazilerde biten pirinçler gibi bolsun
Ve doyuransın gözlerimizi
Güneş sende doğup sende batar
Sonra yeniden doğar
Çünkü sen zamanı hem dizginleyen
Hem özgür bırakansın
Kalbin ritmini belirli bir düzene sokup
İnsanı sağlıklı kılansın
Doğa ve sen Sevişen iki sıcak beşik İnsanı insan olanla seviştiren En büyük dost eşik
Güneş Pelerinli Adam ve Çiçek Elbiseli Kadın uyumuşlardı. Çünkü yorgundular. Altın Bebek’te uyumuştu. Çünkü, doygun ve çok mutluydu, hepsi de uykunun soyulmuş kabuğunu sıyırıp, bırakmışlardı kendilerini günün ilk ışıkları pencerelerine vurana kadar geçecek olan zamanın kımıltısız akışına.
Düş hortumu onlan gelip almış ve bindirmişti dönme dolabına. Döndürüp dönüştürüyordu ölüp ölüp dirilen kahramanlara.
Uzayın karanlık tünellerindeydi Güneş Pelerinli Adam. Kımıltısız kızaklarla geçtiği sonsuz yalnızlığından sıyrılmak isteyen şu gezegenler resitalinde soyut âlemleri seyrederken, sarı saçlı bir su perisiyle karşılaştı. Sanki sessizliğin deliklerinden çıkıp gelmişti. Terleyen bedenine su serpti ve serinletti onu. Güneş Pelerininden sular damlıyordu dünyaya. Dünyanın küçük bir noktasına. O küçük nokta üzerinde hareketsizce duran yaşlı bir adamın çatlamış dudaklarına. Gözyaşının bereket olup aktığı kurak topraklarda yeni bir hayat filizleniyordu mutluluk nidalarının beslediği geçişler panayırıyla. Gözyaşı ağaca anlamını vermişti. Ağaç denizin tadıyla yoğunlaşmış, gözyaşını bağrına basmıştı sıcak bir yelin yılansı esişleriyle mavi okyanuslarda kıvrılan Ağlayan Ak Yelken’i hatırlatır- casına.
Kana kana su içti dudaklarından su perisinin. Doygunluğundan duyduğu huzurla teşekkür etti ona. İçtiği su bedeninde taşıdığı pelerinin devasa bir kanat olup açılmasına sebep olmuştu. Açıldı… Açıldı. Ta ki ışıl ışıl parlayan bir dost yıldızın ak tenine temas ettiğinde durdu. Yıldızın içinden üşüyen insanlar yağıyordu. Dünyanın soğuk bölgelerinde yaşayıp ısınacak evleri ve kalpten beşikleri olmayan, olsa da onu sarıp kuşatacak ve besleyip büyütecek sevgi malzemeleri bulunmayan insanlardı onlar.
Maddesel bütünlükler sırasınca üzüm taneleri gibi üst üste yığılmışlardı ve yazgıyı tinsel bir dünyanın güdülenmiş tarafından belirleyen konumdaydılar. Acının bin bir çeşidi de olsa aramızda ve içimizde yaşayan, unutulmaması gereken tek gerçek kabullenmek ve sabır göstermekti. Her şeyin sonunda insanı kucaklayacak ve onu acılarının şerbetlenmiş suyundan içirip mükafatlandıracak olan şey, gözlerindeki derinlikte uyuyan gizlenen ışıktı. O ışığı alıp Sevgiler Meleğine götürecek olansa Düş Kuşu’ndan başkası olmayacaktı. Çünkü o, Tanrı’nın gözetip koruduğu kuştu. Düşlerle gerçeklerin sevişip çiftleşmesinden ve sıcak esen bir yelin konduğu yorgun güneş rengindeki saçların uçuşup göğe yükselmesinden var olmuştu. Büyülüydü ve yaşamın altını üstünü büyüleyendi sonsuz sayıda kanat çırparak.
İnsanların üşüyen bedenlerine doğru götürüp, üzerlerine kapattı pelerinini Güneş Pelerinli Adam. Onlara sımsıcak bir yuva vermişti ömürleri boyunca sürecek olan. Soğukta kalsalar bile hiç üşümeyecekleri. Çekimli alandan hızla aşağılara akıyorlardı sa- manyolunun hareketlenip milyonlarca yıldız seliyle akışı gibi. Dünya onları bekliyordu düşlerin yarattığı mutlulukla. Soğuk yoktu. Kuraklık yoktu üşüyen bedenlerde ve bunalmış topraklarda. Sıcakla soğuk sevişmişler ve ılıman bir giysi giydirmişlerdi dünyaya. Dünyanın acıyan insanına…
Yanaklarına düşen yağmur damlalarıyla uyanmıştı Güneş Pelerinli Adam. Açık pencereden girip yattığı pamuklu yatağa ulaşmışlardı. Ilık su damlasıydı yanaklarında hissettiği. Ellerini götürüp yaydı onları yüzünün her bir bölümüne. Islak bir sevişmeydi kalbinin sıcak evine yolladığı izlerde takip ettiği mavi düşler. Ya da düşlerde takip ettiği pembe izler. Yanında uyuyan eşine baktı. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Çocuksu ve korunan. Göğün ışıl ışıl yanan mavi ipeksi battaniyesinin altında uykuya dalmış olan simsiyah gözlü gece prensesine yönlendirdi yarı aralık gözlerini ve gülümseyerek teşekkür etti ona, o insanların kaderini düşsel bir yörüngeden çıkarıp kendisinin himayesine ve kudretine verdiği için. Yaşamın ağzına.
düşün sivri memesini emmesi için sıcak kucağım bağışlaması adına tüm bağlılığıyla teşekkür etti sarı saçlı su perisine defalarca. Islak ve ılık dudaklarını gezdirdi pütürlü meme uçlarının üzerinde, yanında soyut resimler içinde geçişler yaşayan sevgili eşinin. Kalbinin hızlanan atışlarına kulaklarım dayayıp seyrediyordu onu; zamanı incelmiş kabuğundan sıyırır gibi sessiz ve eylemsiz.
Düş görüyordu Çiçek Elbiseli Kadın. Yeraltının karanlık mağaralarında yürüyordu yalnız başına. Kokuşmuş gölgeler geçiyordu yanından. Yüzlerce, binlerce yılın kötürüm başlı cesetleri kötü kokular saçıyordu yeryüzünün yeşil örtüsüne. Kötü ruhlar güzel olanı çirkin kılmak için kara resimler yapıyor, ışıksız bir hayatın nefret tuzağına düşmüş insanoğlunu sevginin uzağında bırakıyordu. Düşman gölgelerle karşılaştı. Birbirine karşı hep düşmanca bakmış ve savaşmış gölgelerle. Ölümlerin öldürmelerle geldiği bir dünyayı ele geçiren iki bacaklı gölgelere baktı.
Genetik bozuklukların birer canavara dönüştürdüğü şu düşünebilen yaratıklara. Sevginin sessizliğini bozan ve Tan- n’nın mükemmel dünyasını yezitler ordusuna çeviren nefs tuzaklarına yakalanmış insanlar topluluğuna baktı. Kokusuz bir dünyanın nasıl korku dolu bir dünyaya dönüştüğünü gördü karanlığın sınırlarını zorlarken. Her yaşanan ölümler sonrası bile toprağın eski gücünü ve eski kokusunu yitirmiş olduğunu gördü. Sevgiden ve aşktan uzak olmak toprağı daha verimsiz kılıyor, dünyayı çorak bir gezegen haline getiriyordu. İnsan ne kadar çirkinleşirse toprakta o kadar verimsizleşiyordu.
Yazgıyı değiştirmek, sevgiyi insanın kalbindeki toprağa dikmek ve onu gözyaşıyla beslenerek olabilirdi. Gözyaşı Ağacı’na sunulacak yağmur- ; lar vardı ve hep olacaktı. Sevgiden doğan hüzün göz- yaşlarıydı onlar, adını mavi okyanuslarda aşk yelleri eşliğinde yol alan ve suyla sevişip ona çocuk yelkenler veren Ağlayan Ak Yelken’den aldıkları. Dünyanın bütün suları insanoğlunun gözyaşlarından doğmuştu. Adına şelaleler, nehirler, denizler, okyanuslar denmişti. Suyun gücüydü toprağa ve insana şekiller veren. Bedenlerin ve ruhların ağacıydı adı suların büyüsünden gelen Gözyaşı Ağacı. Bir sevgilinin ıslak kalbinde şekillenip gözlerinde büyüyen…
Evet bir su perisiydi gözlerine görünen. Vücudunu saran bir koku duydu burnunun derinliklerine dek işleyen ve kendinden geçiren. Sular damlıyordu çiçek elbisesinden yerin katmanlarından başlayıp yeryüzüne doğru hareketlenen. Geçişler sürecindeydi ve değişecek olanı sezebiliyordu etkisinde kaldığı bu büyüsel yörüngede seyrederken şekillenecek olanı. Koku vazgeçilemez olanı doğurmuştu bu büyüler aynasında. Şaşkındı ve titriyordu kalbi heyecandan.
Konuştu su perisi değişen resimlere sahip çıkarak…
“Sulardan yaratıldım ben. Vaktiyle küçük bir göz- yaşıydım. Büyüdüm… Büyüdüm ve olgunlaştım. Doygun hale geldim ve sonsuzlaştım. Gel yanıma şimdi. Sudan oluşmuş bedenime gir ve yıkan aslı gözyaşı olan giysimin içinde. Yorgunluğunu at ve dinçleşip verimli ol. Elbisende taşıdığın yasemin çiçekleri bu suyla beslenip yayacaklar kokularını yeryüzüne. Dünya üzerindeki kokuyla sevginin tek ve en büyük noktasında barışacak insanoğluyla. Her yer ve her şey değişime uğrayacak sen yukarılara doğru çıktıkça. Toprak gençleşecek ve gençleştirecek canlı olanı sonsuz kerelerce. Aşk yeniden doğacak ana rahminden bir bebeğin dünyaya gelişindeki başkalık gibi destansı ve masalsı. Sen yasemin çiçeğinin ruhusun. O ruhtan bedenlendin ve geldin aramıza.
Şimdi ödülün olan kokuyu al ve gezegenini mutlu etmeye hazırlan. Sonsuz bir doygunluğu beraberinde getirecek bir mutluluktur yukarıda seni bekleyen. Dünya toprağının her bir karışına kadar işleyecek olan ve sevgiler sarmalıyla sarılmış canlılar âlemini kalplerinizde dengeleyip dudaklarınızdan fışkırtacak olan. Soluduğunuz hava sevgiyi güçlü kılacak yaşanılan ve yaşanılacak tüm zamanlar boyunca. Unutma sakın! Pelerininden güneş ışıkları saçılan genç bir adamla karşılaştım uzayın karanlıklarında. Ona güneşin gücünü verdim üşüyen çaresiz insanları ısıtsın ve dünyanın bütün topraklarını soğuklardan kurtarıp yaşayan bütün canlıları mutlu kılsın diye. Soğuğu da sıcağı da birbiriyle karıştırıp yeryüzünü ılıtsın diye. Şimdi yolun açık, sevgin hep bol olsun ve güneş hep yanında doğsun.”
Yeryüzünün görsel aynasında kendisini gördüğünde, uyanmıştı uykusundan Çiçek Elbiseli Kadın. Tenine yapışmış giysisi ıslaktı ve bütün odayı kaplayan bir koku duydu havada derin düşlerin en bilinmez yörelerinden gelen. Teşekkür ediyordu Tanrı’ya güzel ve kusursuz olanı ona bağışladığı için. Sonra yanında uyuyan Güneş Pelerinli Adam’ı öptü dudaklarından. Teninden yayılan ılık ateş odanın boşlukta gezinen havasını Kaplamıştı şimdiden. Kutsanışın ikiz anlamlı denizinde ilerliyorlardı yeni varoluşlara doğru, yönsüz ve ölümsüzce. Biri sıcakla soğuğu barıştıran diğeriyse çirkini güzelle kaynaştırandı. Ilık bir havada solukları temizleyen kokular dolaşıyordu gitgide yayılarak.
Altın Bebek oyuncak bebeklerin ve onlara arkadaşlık yapan oyuncak hayvanların olduğu çizgi filmler görüyordu düşünde. Çizgilerle belirlenmiş bir dünyadaydı. Yeşil otların dantela gibi işlenmiş örtüsünde emekleyip ninniler söylüyor, başlarına konan kuşlara oyunlar öğretiyordu. Meyveler düşüyordu ağaçlardan karınlarını doyursunlar diye. Önlerinde yuvarlanıp gidiyorlardı. Birbirleri içinde zikzaklı gidiş gelişler resmediyorlar, yakaladıkları meyveleri onlara sunulan pütürlü uçlanndan emiyorlardı. Meme uçlu meyvelerdi çizgiler âlemini gövertip erginleştiren. Meyvelerin emilmekten buruşan tenleri kuşların ağızlarında taşınarak minik kuş yavrularının midelerine mama oluyordu. her yenilen meyveden sonra kuşlar daha mutlu ötüyorlar ve ağızlanndan dışarıya çıkan havada yedikleri meyvelerin kokuları duyuluyordu. Kuş aileleri mistik melodiler sunan birer büyük orkestra gibiydiler. Bütün oyuncaklar bu büyülü notaların etkisiyle oyuncak giysilerini çıkartıp etten ve kemikten oluşan canlı bir varlığa dönüşüyorlardı. Kırmızı hayattı ve hayat kırmızının kuyusundan çekilen bir kova soğuk su
gibiydi. Sıcak olanla soğuğun her zaman bir araya gelip sevişmesi mutlak olan güzellikti. Kanın damarlarda süzülüşü, düşteki çizgilerini silmiş bir silginin önderliğinde yeni bir yaşamın akışını beraberinde getirmişti. Meyvenin pütürlü ucundaki tatlı süt, hayatın tersyüz olup yeniden şekil almasındaki en önemli ayraçtı.
Altın Bebek düşünün esrarengiz doğasında boyuttan boyuta geçerken doğal hayatın ruhuna kattığı zenginliğin etkisiyle kendisini yasemin kokularının tütsüler gibi yayıldığı enine boyuna büyüyen bahçenin ortasında buldu. Gözlerinin seçebildiği bir uzaklıktan yansıyan ışığa doğru hareketlendi. Yürüyebiliyor ve koşabiliyordu. Büyümüştü. Hem de bebekliğini çok gerilerde bırakarak. Hızlı ve özgür. Mesafeler kısalıyordu eskiyen zamanın topraklara savrulan kuş tüyleriyle. Yaklaştı… Olabildiğince yaklaştı. Pencerenin sisli camında küçülüp büyüyen bir gölge ilişiyordu gözlerine. Ayaklarının altında kabuğu çatlamış tozlu ve dar yolun karşısına geçeceği anda birdenbire görüntüler başka bir fırçanın tuvale yansıyan vuruşlarıyla renklerini değiştirdi. Artık büyükçe bir taş kütlesinin durduğu kurak ve dikenli otların yuvarlak toplar gibi uçuştuğu toprak parçasının üzerindeydi. Yorulmuş ve susamıştı. Yere doğru çöktü, sırtını taşın serin yüzeyine yasladı. Öyfece durdu dakikalar boyunca sessiz, yalnız ve kimsesiz. Bir an geldi görülebilecek uzaklıkta kendisine doğru yaklaşan bir siluet gördü. Doğruldu oturduğu yerde. Mesafe kısalıyordu ağır ağır ilerleyen zamanın tıkırtılı sesleriyle. Ayağa kalktı. Biçimlendirmeye çalıştığı şey yaşlı bir insan bedeniydi. Beden ona doğru yaklaştı ve yanında durdu. Konuştu… Sustu. Tekrar konuştu… Tekrar sustu. Sonra karşılıklı konuşmalar duyuldu yankılanan seslerin boşluktaki saydam duvarında!
Uyanmıştı Altın Bebek. Ağzının kenarından damlayan meyve sütleri dökülüyordu boynundaki elmasın ılık tenine. Uyanış yeni bir uyuyuşun habercisi olacaktı ışıldayan odanın ılık ve kokulu perdesinde. Büyülüt perdenin kerpiç tavanındaysa binlerce meyve sallanıyordu uyumlu sevgiler ve sevgililer gibi üst üste.
Dargın bir sürülüşün pembe akrepleri sokuyor etimi. Bir yaratığım ben. Ölüm çömezi bir yaratık. Seksek oynayan bir çift ayak gibi yıldız kümeleri boyunca gezegenler arası seyahat ettim. Haydi gel ve al beni… Ay güneşten gebe kalmıştı dünyaya. Ve doğurmuştu betideki seni…