Kayboluşlar Kervanı
BÖLÜM 2
KAYBOLUŞLAR KERVANIMDAYDI
RUHLAR VE BEDENLER
Düşlerin birbirine girdiği bir Kentleydi uyuduğum uyandığım yer. İnsanı, büyücül yıkanışların sularında sarhoş eden bir sevişgenlik arzusuyla donatan, gizsel kompozisyonların art arda dönüp durduğu ateşli ve ipekli bir tükenişler gezegeniydi. Gözlerimde küçülüp büyüyen ölümsüz çocuğu parçalaıcasına savurup atan baharsı yelin mavi izine takilmış upuzun bir masal, çağını sorguluyordu yalnızlığımın kimsesiz duvarlarına kattığı bakire geceyi karanlığın renginde yıkayarak…
Yalnızlığımla sevişmek, huzursuz bir sevgiliyle sevişmenin vereceği acıya değişmeyeceğim bir giysiydi benim için. Kollarımı kavuşturup yazgıma meydan okuyuşumun seyrine daldığım bu cehennemsi dünyada, anlaşılmaz olmak kadar daha öldürücü bir zehir yoktu insanın hayatında. Ve ben bu zehiri içtim; bir damlasını bile bırakmadan. Bu görkemli ölüm sahnesinden uçurumlarda başlayıp ateşlerde son bulacak olan yolculuğuma itildim.
Aralandı perdesi sessizliğin ve geçti içinden renklerini gözlerime bulaştıran düşsel fırçamın gölgesi.
İnsanın özünde uyuyan göz İnsanın özünde uyu yan göz!
Özünde uyuyan göz Özünde uyu yan göz!
Uyuyan göz Uyu yan göz!
Yan göz
Göz
Öz
Zzzzzzz…
Bulutların cn ilke! ve en karmaşık danslar eşliğinde yürüyüp ritmik şekiller sunduğu gökyüzü, sıcağını atmaya başlamış güneşin gülümseyişiyle birlikte öğleyi gösteriyordu. Gezgin ömrümün çocuksu bahçesinde bulmaya çalıştığım Düşler ve Sevgiler Kraliçesi gündüzle gecenin ayrışması gibi benden uzaklara doğru kayıp gidiyordu her dokunuşunda mavi gözyaşları akıtan saçlarına. F,ş anlamlı sevgiler yaratacaktım ve dans edecektim onlarla sonsuzun sonlandtğı yeni zamana kadar. Oyuncak bedenli evler gördüm, yumuşak tenli toprak yollara kadife bir halı gibi serilen, ayaklarımın üzerinde yürürken. Masal âşıkları gizli aşklarını yaşıyorlardı bir Gözyaşı Ağacı’nm altında. Umutlarını taze tutacak’ olan bir bahçeye ekiyorlardı kalplerindeki tohumları güneşe kadar büyüyecek olan. Kırılgan bir dünyanın yüzümde şekillenen gölgeleri benimle beraber yol aldıkça, benliğimin yansıyan ironileri de gözlerime genişleyen bu doyumsuz manzaranın içinde yerini alacaktı. Ucu görünmeyen bir yolun alevler çoğaltan yıpranmış ve küçülmüş gövdesinde yürürken, sevgilinin kavrayan kolları ve serinleten memeleri gibi duran ağaç konvoyları yalnızlığıma ortak oluyorlardı. Portakallar eşliğinde sürüdüğüm gölgemle birlikle yorulacağım anı yanıma getirmeye çalışıyordum ufku azaltarak. Ne kadar yorulursam o kadar yaklaşacaktım gizleyen ve kendi gizi içinde gizlenene. Ötcül kuşlar otcul ruhuma şarkılar gönderiyorlardı durmadan. Otcul kuşlarsa ötcül bedenime yuva yapıyorlardı kaygan dilimle sevişerek. Gökyüzünde henüz hiçbir yıldızın doğmadığı hayal sürerken, burnumun emdiği koku beni sarıp sarmalayan ağaç gölgelerinin arasına doğru götürdü. Yumuşak kalçalarımın ağırlaşmış ve yorulmuş kaslarını dinlendirmek için soğumuş toprağa yatırdım. Bedenimden çekilen ter damlaları yılansı dokunuşlarımla uyanan ağacın tırtıllı gövdesini ıslattı. Gözlerinde birikmiş düş yolculuklarını anlatan genç ve güzel çıplak bir kadının koynundaymışım gibi gevşemeye başlamıştım saçlarımın telinden ayak parmaklarıma kadar. Başımın üzerinde çeşitli şekiller çizen portakal yaprakları göğün mavisini benden saklayan bir tavır sergilermişçesine rüzgârın da etkisiyle ritmik ve melodik pasajlar sunuyorlardı zamanın seyrelmeye başladığı bu göz kamaştıran vakitlerine. Ellerimi havadaki ışık kırılmalarının üzerine doğru kaldırdım. Biçimli şekiller çizdim boşluğun içinde tutsak olmuş bir kadın siluetine dokunur gibi yavaşça. Koyu renkli bir portakal bana gövdesinde taşıdığı ışığını vermek istiyordu. Onu taşıyan ağaç silkinerek gözlerime taşınan bu büyülü düşü gerçek kılmak ister bir halde konuştu benimle:
“Sana sunulan o meyveyi al ve dudaklarına daya. Toprakla girdiğim her ilişkide yeni çocuklar getiriyorum dünyaya. Biz birbiri içine geçmiş bedenleriz, hem dişiyiz hem erkeğiz. Boyutlandığımız duruma göre yer değiştiriyoruz* durmadan. Bazen toprak oluyorum bazen de bir ağaç kütlesi. Doğanın dengesini korumak için her birimiz birbirimiz olmak ve dünyanın büyülü mıknatısını sîzlerle paylaşmak zorundayız. Öp onu defalarca bedeninden sıyırır gibi. Kokusunu yut ve boğazındaki kuyunun içine kapat ki karışmasın havaya. Işık gözlerine vurduğunda ellerine konacak o, sıcak bir yelin yardımıyla. Şimdi dediklerimi yap ve sonra uykuya dal. Ucu görünmeyen yol sana gelecek. Ona ulaştığında portakalın karnından yansıyan ışık elmasa dönüşecek. Avuçlarında tutacaksın düşsel atlayışların hüküm sürdüğü yaşadığın ve yaşayacağın hayatları. Saçlarından doğacak Düş Kuşu. Dudaklarındaki yalın bir gülümseyiş elmasın parıltısıyla buluşacak ufkun sona erdiği yerde. Sonra havalanacak hüznün kırbaç yemiş tenindeki sonsuz atlamalarına. O kuş ki sevginin uzağında yaşayan, beyinleri topallaşmış insanları bile kutsal öpüşleriyle iyi eden gücüyle bir gezginci rotası sunacak sana ve dünyanın ruhunu ruhundaki ışıkla harmanlayacak. Bedenin görevini tamamladığında parlak bir ışık olup uçacaksın gizin izinde uyuyan yeniden uyanışa. Özündeki benliği ve benliğindeki çokgen haiini tanıyacaksın. Küçücük düş işaretleri sunulacak sana şekillenen ayrıntılar eşliğinde. Kendin olana daha çok yaklaşacaksın. Varlıklar varlıkların arasında dolaşacak. Gerçekle düş birbiriyle sevişecek. Mekânlar değişmek için sıralarını bekleyecek. Sessizliğin gücü sesin uyarlayan özelliğiyle bütünleşecek. Karanlık, lekeli yüzünü yıkıyor şimdi ölü bir denizin kabaran sularında. O da aydınlanacak ışıma anında. Beni derin derin kokla ve içine çek. Zaman giysisini değiştirdiğinde bu koku başka bir kokuya dönüşecek… Daha önce hiç görmediğin bir yerde olacak bedenin. Keşfeden burnun başka bir zaman ve başka bir mekândaki bu dönüşen kokuyu ruhunun derinliklerine kadar yayacak. Sen de dönüşeceksin… Dönüşeceksin… Dönüşeceksin. An gelecek dönüştüreceksin…”
Tasarımsız bir düşün mabedindeydim artık. Bedenimi ve ruhumu fazla beklemeden teslim ettim uykunun Tanrısal kuyusuna… Düşün bir açılıp bir kapanan isimsiz çiçeğinin iç geçirten sofrasında yürüyordum ayaklarımı itekleyerek. Dört yanımda sarmal sevgililer gibi dizilmiş çıngırak çiçekleri bizi izliyorlardı meraklı bakışlarla. Zaman denen eşsiz kahraman onları da kavrayıp kucaklayacaktı dönüştüren uyuyuş ve uyanışla. Ayna yoktu önümde ve beni kendime gösteren yansıması yoktu bedenimin. Varoluş mekanizması gezegenler arası iletişim kuruluşları gibi sonsuz olanın içinde kendine bir yer bulmaya çalışan görsel yörüngeye oturmuş varlığımı, daldan dala konduracaktı. Bildiğim en büyük gerçek, Düş Kuşu- ‘mun her zaman yanımda olacağıydı.
Çıngıraklarını sallayarak şarkılar söyleyen bu egzotik çiçekler bilincimi cilalayan boyacılar gibi temizliyorlardı ruhumu. Birden çıplak bir kadın çıktı önüme; gökyüzünün renk armonisine takılmışken gözlerim. Portakal kokan kusursuz bedeni çevremde küçük halkalar çizerek dönmeye başladı. Çıngırak sesine benzeyen sesiyle konuştu benimle…
“Senin bedeninden şekillendim ben ve benzeyişlerin bağlamlarıyla karışarak tatlı bir meyvenin içinden çıktım. Seni yanıma getiren kişi bütün düşleri başlatan ve oynatandan başkası değil. Hepimizin yaşayan şu anki şekli ve hepimizin sahibi. Şimdiye kadar olanları yazan, şu an hâlâ yazıyor olan ve sonun sonsuz- landığı ve sonsuzluğun sonlandığı zamana kadar da yazacak olan sessizliğin büyücüsü. Düşlerin denizinde şarkılar söyleyen adam. Şarkılarının içinde kendiyle sevişen düş adamı. Mavi düşlerin âşığı ve öğreticisi. Soyluluğun ruhsal taraflannı kurcalayan bir çığırtkan kuşu…”
Uykum sert esen bir yelin çılgın şarkısıyla bölündü. İçindeki düş parçalara ayrıldı ve serpilip gitti güneşin turunculaşmaya yüz tutmuş oyuğuna doğru uzaklaşarak sahibinden. Gözlerim gökyüzünün renklerini birbirlerine bulaştıran yumuşak tenine alışmaya çalışırken, portakal ağaçlarının yerlerinde olmadığını fark ettim. Uyandığım yer bir Gözyaşı Ağacı’nın altıydı. Sıcak bedenim sırılsıklamdı. Hiçbir yerde duymadığım ve şimdiye değin hiç bilmediğim bir ağaçtı ama ben onun bir Gözyaşı Ağacı olduğunu sanki hep bili- yormuşum gibi söylemiştim. Dilim kaynaşıyordu düşün mavi yağmuruyla… Yağmursa acının tatlandırılmış zehiriydi her zaman içtiğim… Ben düş görürken top şeklinde bir ışık halesi gelip koynunda yattığım portakal ormanını yerinden kaldırmıştı. Bozkırların göbeğinde gölgelerini seçebildiğim gömütler gibi ba- kakalmıştım uçsuz bucaksız Ipeksi bir tülden süzülmüş uzayan düzleme. Göz kapaklarımı indirdim yorulmuş yanaklarıma. Gözyaşı meyveleri küçük vuruşlarla dövmüştü onları. Üzerlerinde hoş bir sancı vardı hissettiğim. Uyuşmuş ve kendinden geçmişler, çekim tasfirlerinde gezinen masum ve çocuksu iki âşık haliyle yüzümü esnetmlşlerdi.
Tanrım! Uymalıydım uykunun düzeneğine ve uyu- malıydım geceden sonra gelecek olan güne. Savaştım, yine savaştım yazgımın kıvrımlı diliyle ve verimli adaletiyle. Saatler zamanı bir mıknatıs gibi çekti inine. Zaman saatleri büyük bir öğütme makinesi gibi serpti kömürleşmiş kümesine tek tek ayıklayarak. Geceyse yıldızlarıyla aktı akışkan uykumun gidip gelişlerine. Yoruldum. 11er keresinde daha çok yoruldum. Sabitleşmiş gözlerimde üreyen uykusuzluk hiçbir şey hatırlamadığım, eskilerde kalan güruh ve dingin dakikaları taptaze bir güneş sarısına ve gök mavisine çevirdi; kara kaplı bir defterin yıpranmış sayfalarını çevirir gibi. Hüzünlü bir gözyaşı damlasının değdiği tozlu ve bulanık bir sayfada yerini almış mistik ve mitolojik bir hikâyeye dokunurcasına sessiz* merhametli, sokulgan ve olgunlaştıran… Geceyi örten damlalar sıcaktı. Serin rüzgârların dinlenen bedenlerde yarattığı üşümeyi yok edecek kadar sıcak ve kucaklayandı. Varoluş ise hep kucaklanandı. Gündüzü örten damlalar soğuktu. Sıcak rüzgârların dinlenmiş bedenlerde yarattığı terlemeyi yok edecek kadar soğuk ve kuşatandı. Varoluş ise hep kuşatılandı. Uyanmıştım ama buğulu izdüşümlerin güçlerini gösterdikleri yoğun bir atmosferde farkındalığın dışında kalmış ve düşlemin denizine doğru yelken açmıştım. Ağırlaşmıştı gözlerimin dünyası kendine kapanan boş kapılar gibi. Gözlerimin gecesine düş mavileri inmişti ye- nlden. Çalkalanan zaman ve zamanı resmeden Düşler ve Sevgiler Kraliçesi duvarsı kavramlarından sıyrılmış bir melodinin özgür uçuşlarıyla toprağın üstünü değiştirmişti. Hiçbir bitki örtüsünün yaşamadığı kumullar denizini sevgi dolu öpücüklerle tek bir ağacın hayat bulduğu yazgısal cennete dönüştürmüştü… Dönüştürmüştü… Dönüştürmüş ve örtüştürmüştü. Sessizliğin kuyusuna İndim… Bekledim… Bekledim… Bekledim. Güneşin saçlarıma değdiği bir vakit geldiğinde, mırıldandığım bir şarkının beni düşlerin birbirine girdiği bu kentte uyandırdığını gördüm. Sonra ufka bakarak düşlerin en güzelini yaratan mavi düşçü- mün yalnızca ayak İzlerinde doğup kokan kokusuz çiçekleri izledim yarı aralık gözlerimin sihirli kutusunda; dış dünyanın bozan nefesinden gizlenmeye çalışarak. İzledim… İzlerde izlediğim izlerimi izledim ve son kez düşlerin yaşanılanı yaz boz eden kurgansı sarayına doğru uyuyan gözlerimi yeniden yönlendirdim.
Düşün içinde yetişen düş
Yetiştiği düşün mağarasına inip
Yeni bir düş gören düş
Düşsüz bir uykuya kapanan gözlerden
Korunsun gözlerim…
Sıçrayışlarım
Varoluş denen gizemli sevgiliyi çözdürsün bana Yetineyim yazgımın rengârenk açacak olan ¡klimsiz çiçeğiyle Sonsuz rötuşlarda.
AK bulutların pamuksu tarlasında uçuşan Kuş kümeleri göğün çatlayan yarığını gagalarıyla dikiyorlardı. Yumuşacık ipliklerden oluşturdukları bütünsel resimleri ve sarhoş eden ötüşler senfonisini mavinin mücevhersi dekolteliğine yediriyorlardı. Yemeğin lezzeti onu tutan ve koruyandandı. Gökyüzü gözetilendi. Gözetildiği ölçüde gözleyendi. Oyuncak evler belirdi yine, yeni bir malzemeyle tatlandırılmış toprağın ve kumul dağının tüten tepsisinde. Ayaklarımın bakirliği ve fakirliği üzerinde kilidini kırmış zaman fırtınası sü- rüklüyordu beni ışığın yüceltecek çizgisine. Sonrasında etçil boyutumu evcil ruhumun aynasından süzüp kavuşturacaktı, düşümün yaşam sürecini tamamlayacağı ışıltılar denizine…
Savruk saçlarımın kuş yuvalannı andıran yüzeyinde tepemde kanat çırpan kuşların dökülmüş tüyleri duruyor şimdi! Ellerimle hafifçe silkeledim onları. İçlerinden en iri olanını seçip yanaklarıma götürdüm ruhuyla konuşarak, kalbimde gizli yuvalar yapmış buz kütlelerinin zamanla eriyip taşmasıyla ortaya çıkan lirik kişilikli şelaler gibi ufkun bilinmeyen merkezlerinde beni ödüllendirecek olana doğru hızla aktım. Yankılanıyordu akıntının mayhoşlaştıran yatağında uyuyan düşümün mavi dilinden çıkan yosunsu tırmanış, susuz bozkırlarda. Saçılıyordu harf harf, görünmeyendeki eğimsiz koyaklara ve eğilimsiz varoluşlara. “Yontulaşmış uyku kaynağına ilerliyordu masal şarkıları eşliğinde. Düş, sevgiliyi karşılayandı…”
tik yakarış, havanın yumuşamış göğsünü delerek yayıldı; tütsülenmiş doğanın mışıl mışıl uyuyan ütülü çarşafına…
“Seslenişime karşılık verin kuşlar, Ne olur kalbime girecek ışığın hangi yönde olduğunu söyleyin! Kendimi bulmanın yollarını öğretin bana. Çünkü koca bir mağara gibi karanlık ve soğuk gözlerim…”
SESSİZ EŞLEŞMELER
Suyun toprağa kavuşması gibi çaresizliğin yatağını bulması güçtü ve zaman İstiyordu. Acıyı bedende yoğurmak ve bilinci aydınlatmanın coşkusunu ruhunda yaşamak, Uyuyan Yelken’in sevdasıyla denizlerde yol alınan maceralı bir yolculuk gibiydi. Yeni doğan bebeğin ağlayışındaki uyum, kutsal ananın memesindeki al uçlu gül tomurcuğunun içinde yatan ak sütteydi. Siyahın beyaza özlemi âşığın aşka olan tutkusundaki başkalıkla eşdeğerdeydi.
Ses, birkaç saniyelik suskunluktan sonra yol aldı yeniden, belirlenmiş simgesel varlığının derinliklerine…
“Düşsel maceralar kervanında esir düşmüş bir tutsak gibiyim. Doğru adrese gönderilen gizemli bir mektubun üzerine yazılmış koyu mavi mürekkebim ben. Açarlarım hiç tanımadığım insanların elleri oluyor hep ve her keresinde ruhuma taşınacak olan ödülün çoklaştırıldığını görüyorum, hasretimin sancılarını kafamda yarattığım yakamozlarla birlikte azaltma
ya çalışıyorum. Çünkü suya ve denize âşığım ben. Gözlerime yansıyor o büyülü mavi okyanusun delirten şehveti. Balıkların tenlerinden gelen iyot kokusu. Tuzun damağımda kalan tadı. Biliyorum ki suyla gelecek. büyük ışığın tanımlanamaz doygunluğu. Erotik bir soygun gibi soyacak titreyen bedenimi. Acıkan kalbimi muzaffer eyleyecek… İşte bu yüzden seslenişime karşılık verin kuşlar… Bu yüzden seslenişime karşılık verin kuşlar… Yüzden seslenişime karşılık verin kuşlar… Seslenişime karşılık verin kuşlar… Karşılık verin kuşlar… Verin kuşlar… Kuşlar… Kuşlar… Kuşlar…”
UYARIŞ VE HEDERİME DÖRÜŞ
Düşteki ses kulaklarımda çınlıyordu sağır edercesine. nöbetlere tutulmuş bir halde kısa süreli gelgitler yaşıyordum. Uyanışım da uyuyuşum da çabuk oluyordu. Kan ter içinde kalmış bedenimi hayatımı sürdürdüğüm kente alıştırmaya çabalıyordum zorlanarak. Doğruldum ve uzun koridorun ılık taşlarında yalın ayak yürümeye başladım. Ellerimi saçlarımda dolaştırdım bir tüy arar gibi! Mutfağa yöneldim ve susamışlığın verdiği hararetle sürahiden su döktüm ağzımın kurumuş örtüsüne gırtlağımdan ilginç ve melodik sesler çıkartarak. Dudaklarımla sevişen gülümseyişlerimle Tanrı’ya teşekkür ettim.
Düşle gerçeğin tarihçesini puslaşmış evinde barındıran tozlu ve yıpranmış şayialarının ağır ağır
çevrilip incelendiği kara kaplı defler, ilk sesin sahibi olan uzaktan gelen yabancının tarihsel kimliğini arıyordu yokluğun korkutan gizinden koruyarak işlenmiş sessizliğini. O da düşlerin davetlisiydi ve soyutu somut kılmak için vardı atlayışlar arenasında.
Pencere önünde buğulu cama vuran siluetimle Konuştum biraz. Sonra onu öptüm çatlamış dudaklarından. O da beni öptü serin ve ıslak. Ellerimizi birbirine tutuşturup sildik resimlerimizi. Önce Kafalarımızı, bedenlerimizi, sonra bacaklarımızı, kollarımızı ve en sonunda ellerimizi, buğulu yansımam yanımdan ayrılınca dışarısını görebiliyordum artık. Yağmur güneşin boyun eğdiği boz renkli bulutların oyuğundan büyük bir özleyişle delirmiş gibi yağıyor, sokakların caddelerle birleştiği yerlere olanca hızıyla saldırıyordu. Belli ki bir an önce toprağa ulaşmak istiyordu. Karışmak ve ayrışmak. Mevsimin bahar kokusu yayan otlarıysa, toprağa olan bağlılıklarını göstermek için her yağmur darbesinde daha sıkı sarılıyorlardı onu kuşatan kucağına doğru sevgiyle ve mutluluktan ağlaşarak.
Odamın duvarından diğer daireyi görebiliyordum. Kendi ısiak gölgemle her oynaşmamdan sonra gözlerim düşsel büyülerle yıkanmış bir çift mızrak gibi delip geçiyordu duvarları. Kapıyı araladı. Islanmış giysilerini çıkarmış elinde tutuyordu. Damlayan sular ayak parmaklarının arasındaki düzgün kıvrımların yüzeyinden kayıp yavaşça dökülüyordu halının üzerine. Ateşin çatırdayan derisi odanın havasını ılıtmış, bedenini iyice gevşetmişti. Yürüdü ve giysilerini şöminenin önündeki sedirin üzerine yaydı. Çıplaklığını gizlemeden geceden, kendisini pencerenin yanındaki yatağın yumuşak yüzüne bıraktı. Yıldızların sihirli bir elin değişiyle dökülüp çıplak bedeninde görkemli varoluş meyveleri gibi duran sonsuz güzellikteki memelerine dokunuşu ve onları her sürtünüşte daha da dirileştirip beyaza büründüren bir büyünün içinde kokulu çiçeklerle büyütüşü gibi, giz denen o cehennemsi şahaneliğin yayılışıyla hafiflemiş bedenini değişimlerin sahibi olan düşlere bıraktı… O kusursuz bedeninde çıplaklığını giyinmiş ve hafifçe titreyen bir kostüm içinde duran Çiçek Memeli Kadın, soluksuz geçecek bir gecenin sabahı karşılayacak olan ilk ışıklarını gözlerinde hissedinceye kadar yazgısının kendisine sorduğu sofunun cevabını arayacaktı. Zaman, sonsuzluk kavramının tünelinde yitip gitmiş olmanın verdiği korku içinde kısa, dar ve acımasızdı. Yalnızca bir şimşeğin gökyüzünde çakıp geriye, ta derinlere çekilişi kadar kısır ve kısa…
Şimdi düşlerdeydi. Özlemin ikiziyle, üçüzüyle, dördüzüyle, beşiziyle, altızıyla, yediziyle ve sonsuzuyla yüzleşmeye gidiyordu. Olabildiğince çok uzağa sıçraması gerekecekti. Uykunun mavi deliğinden girip, beyaz kapısından çıkacaktı. Orada, kavramlar birbirine karışacak ve kötü yüz sorgulanacaktı.
Ey, çıplaklığında sivri bir dikit gibi yükselen Çiçek Memeli Kadın Düşlerinin şerbetiyle yıkan Yıkan ki içindeki ruhlar temiz kalsın Değiştirsinler yazgılarını o son ışığa doğru Tek bir yürek, severek ve sevilerek Çıplak… Çıplak… Çıplak Yalnız başına dans ederek
Ve çıplak ayak yürüyerek…
Uyu uyan
Yine uyu, yine uyan Yolcusuz geçeceksin boş duraklardan Konacaksın kanatlanan dağa En yüce ve en büyük…
Senin olanla sevişerek korkusuz
Ben ve öteki
İçimdeki, içindeki
Beni, seni ve her şeyi kuşatan giz
Fosil leşmiş kabuğunu kırmamızı bekliyordu
Sorgusuz…
“Aşklarımın ve umutlarımın beni ayakta tutan sonsuz güzellikteki mejeği. Hüzünlü zamanlarımın kalbimde yanan tek ışığı. Sana olumsuz bir şey söylese de bu dil, kalbi buna inanır mı hiç ve hiç mutlu olur mu yokluğunda gözyaşları akıtmaktan. Dayanabilir mi hiç dûşlemsiz bir dünyanın bulanık doğan güneşini karşılamaktan. Artık ruhumdasın yeşil otlağım. Benimle yaşayıp, benimle öleceksin. Çünkü sonsuzluğumsan. Eğer kalbinin acısı dinecekse ve içinde bulunduğun açmazdan sıyrılıp rahatlayacaksan, beni düşlerinden çıkar büyülü güzel. Ah, aşk… Benim güzel sonsuz aşkım. Bir tek sen olacaksın bedenimi ve ruhumu kuşatıp ona sahip olan ve beni yorgun resimlerde uyutan.”